Kerem Dündar: Beyni bilmek insanları daha merhametli kılacak
- editor

- Nov 3
- 7 min read
London School of Mind kurucusu nörobilim uzmanı Dr. Kerem Dündar, bilimin en karmaşık organı olan beyni herkesin hayatına dokunan bir dille anlatıyor. Dündar çocukluk merakından akademiye, oradan iş dünyasına ve sınıflara uzanan yolculuğunda; beyni anlamanın, insanı ve toplumu anlamanın biricik anahtarı olduğunu gösteriyor.

Beyin… İnsanlığın en eski bilmecesi, en büyük sırrı. Kalbin atışını hisseden, böbreğin süzdüğünü ölçen, kaslardaki kasılmayı gören insanlar, binlerce yıl boyunca kafatasının içindeki bu ‘suskun organ’ı es geçtiler. Belki kutsallıktan, belki de korkudan. Kalbe aşkı, ciğere nefesi, mideye kaygıyı yakıştırdılar ama beynin ne yaptığını anlayamadılar. Oysa her sevincin, her hüzün kıvılcımının, her şiir dizesinin ve her imparatorluk stratejisinin doğduğu yer tam da orasıydı.
Bugün artık biliyoruz ki beynimiz, insanı insan yapan en sofistike mekanizma. Ve bu mekanizmanın sırlarını çözmeye adanmış ömürler var. O ömürlerden biri de Kerem Dündar’a ait. Onu “beyinci” olarak tanıyan binlerce insan var: iş dünyasında, akademide, sınıf sıralarında ve sahnelerde. Konuşmalarında bazen bir CEO’ya meditasyonun bilimsel etkisini anlatıyor, bazen bir öğretmene çocukların ekran başındaki davranışlarını çözümlemeyi öğretiyor, bazen de bir mavi yakalıya beyninin gücünü keşfetmesi için yol gösteriyor.
Kerem Dündar’ın hikâyesi, yalnızca nörobilimin değil; aynı zamanda merakın, öğrenme iştahının ve bilginin demokratikleşmesinin de hikâyesi. Bu röportajda onun çocukluk merakından yola çıkıp uluslararası konferans sahnelerine, oradan da öğretmenler ve ailelerle kurduğu sıcak bağlara kadar uzanan yolculuğunu konuştuk. Dündar’ın Türkiye’den İngiltere’ye uzanan her adımında ortak bir soru var: “Beynimizi anladığımızda, kim olduğumuzu daha iyi anlayabilir miyiz?” Ve bu soruya verdiği yanıt, aslında söyleşimizin de özeti: “Beyin bilgisi insanı aydınlatır. İnsan kendi beynini anladığında hem kendine hem de başkasına daha iyi davranır. Belki de insanlık, bu yolla gerçekten daha zeki ve daha merhametli bir canlıya dönüşebilir.”
BEYNİN POPÜLERLİK SERÜVENİ

Nörobilimin hayatımıza bu kadar güçlü bir giriş yapmasını ve bu popülerliğini neye bağlıyorsunuz? Belki bu durumu, sizin kendi kişisel hikâyenizde nörobilimi seçme ve bu alanda çalışma arzunuzla da ilişkilendirebiliriz. Neden bir anda beynimiz hakkında bu kadar çok konuşmaya başladık?
Aslına bakarsanız, nörobilim bugünün konusu değil; yüzlerce yıllık bir geçmişi var, ancak popülerleşmesi yakın zamana denk geldi. Ben aslen bir tıp doktoruyum ve uzmanlık alanlarım nörobilim ile biyofizik. Bu alanlara duyduğum merak çok eskilere dayanır. Eskiden beyin diye bir şey gündemde yoktu. İnsanlar ona itibar etmezdi. Mısır'da kafalarda delikler bulunmuş, "Acaba bunlar beyin ameliyatı mı yaptı?" diye düşünülmüştü ama modern dünyada, örneğin uzak doğu felsefelerinde veya Batı'nın eski filozoflarında beyin kavramı yoktu. Akupunkturda bile beynin yeri yoktur. Düşünmenin kaynağı olarak kalp ve ruh gösterilirdi. Kalp, duyguların çoğuyla ilişkilendirilmişti, ancak her duyguyla değil. Mesela sevme kalple ilişkilendirilmişken tiksinme gibi duygular tam olarak kalple ilişkilendirilememişti, bu da hikâyeyi eksik bırakıyordu. Bir de "ruh" vardı, insanın fiziksel bedeninin nasıl yaptığı anlaşılamayan her şey bu soyut kavrama atfedilmişti. İnsanlık, beynin ne olduğunu bilmeden binlerce yıl yaşadı ve beynini gayet iyi bir şekilde kullandı. Bu, beynin gizemini ne kadar iyi sakladığının bir kanıtı. Ancak 20. yüzyılda, artık "Vücudumuzda bir organ var, bu ne işe yarıyor?" sorusu sorulmaya başlandı. Ölçüm tekniklerinin gelişmesiyle, beynin elektriksel aktivitesi olduğu keşfedildi. İlk EEG kayıtları yapıldı, fakat kimse bunu tam olarak anlayamadı. Sadece içeride jöle gibi bir şeyin içinde elektrik akıyor gibiydi. İşte bu, beynin kapısını araladı.
DAVRANIŞLARIN SIRRI
Peki, bu keşifler öncesinde beynin vücudu kontrol etme mekanizması neden çözülememişti? Beyne bir şey olduğunda vücudun işleyişinin bozulması gibi durumlar nasıl açıklanıyordu?
Evet, bu durumların hepsi ancak 19. yüzyılda anlamlı bir şekilde düşünülebildi. Bunun en büyük nedeni, beynin yapı itibarıyla çok cıvık bir organ olmasıydı. Kasların nasıl kasıldığı, kalbin ya da böbreğin nasıl çalıştığı gibi organların fonksiyonları yüzeysel olarak bakıldığında anlaşılıyordu. Ama beynin fonksiyonu hakkında bu şekilde bir bilgiye ulaşmak mümkün değildi. Çünkü sinirler, çoğu zaman dokuların içine gömülü şekilde gidiyordu. O zamanlarda yapılan çalışmalarda daha çok kalp, böbrek ve diğer fizyolojik organlara odaklanılmıştı, beyne sıra gelmemişti. Daha sonra 20. yüzyılın başında beynin elektriksel bir organ olduğu anlaşıldı. Freud bile, "Ben size bu terapileri anlatıyorum ama bir gün gelecek, bütün bunların beyinle ilişkisi çözülecek" demişti. O zamanlar nöroloji, bayılan birini görse de neden bayıldığını bilemeyen, hiçbir şeyin tanımlı olmadığı bir alandı. Ancak öngörülü insanlar bir gün her şeyin beyinle ilişkisinin çözüleceğini tahmin etmişlerdi. Bugün artık bunu yaşıyoruz. Beynin tanımlanmış kısımları, davranışlarımızla ilişkilendirilebiliyor.
Nörobilim, psikiyatri ve psikoloji gibi sosyal bilimleri pozitif bir bilime dönüştürerek popülaritesini artırdı. Bu dönüşüm sizin kariyerinizi nasıl etkiledi?
Bir şekilde beyin bilgisi aydınlatılmaya başladı ve biz artık neyi niye yaptığımızı, nasıl davrandığımızı görmeye başladık. Nöropsikoloji dediğimiz şey yavaş yavaş gündeme geldi. Düne kadar psikiyatri bir sosyal bilimken bugün artık bayağı pozitif bir bilim. "Dopaminin var kardeşim, o yüzden hedefe ulaşmak istiyorsun" gibi bir yere evrildi ve bu insanlara çok çekici geldi. Çünkü kendilerinin nasıl çalıştığını öğrendiler. İnsanın iki temel derdi vardır; biri ben, diğeri öteki. Hem kendinin hem de başkalarının nasıl çalıştığı herkes için çok güncel ve değerli bir bilgi. O yüzden nörobilime olan ilgi arttı ve her geçen gün de artacak. Bu dönüşüm benim kariyerimde de kilit bir rol oynadı. Ben tıp fakültesinde genetik okumayı planlıyordum, ancak ikinci sınıfta biyofizik hocamla tanıştım ve o günden sonra "Ben biyofizikçi olacağım" dedim, çünkü beyin araştırmaları yapıyordu. Davranış bilimine hevesliydim, kişisel gelişimle ilgili çok okurdum. Sonra baktım ki, MRI ve EEG gibi teknolojilerle beynin nasıl çalıştığı ölçülebiliyor. Ben kişisel olarak, bu alanla ilgilenmek için çok iyi bir döneme denk geldiğimi düşünüyorum. Benim doğum yılımda (1981) MRI ve EEG gibi teknolojiler gündeme geldi. Ben doktor olduğumda bu teknolojiler araştırmalarda ciddi ciddi kullanılıyordu. Bu sayede, hem eski bilgilerin katı kalıplarından kurtulmuş hem de yapay zekâ gibi yeni teknolojilerin henüz her şeyi domine etmediği bir dönemde bu işe soyunmuştum. Bu kendimi "transaksiyonel beyinci" olarak tanımlamamı sağladı.
KENDİ LİTERATÜRÜMÜZÜ OLUŞTURUYORUZ
Peki, bu kişisel ilgi, sizi neden akademiden iş dünyasına yöneltti? "Beyin Dostu Şirketler" konsepti nasıl doğdu?
Aslında Oxford'dan akademik bir teklif almıştım, ancak bir konuşmaya davet edilince her şey değişti. Bir bankaya, dikkatlerini çekmek için "Bankacı Beyni" diye bir sunum hazırladım. Amacım onlara kendi beyinlerini, yani nasıl düşündüklerini, kararlarını nasıl verdiklerini anlatmaktı. O zaman anladım ki insanlar nörobilim dinlemeyi değil, kendi beyinlerini dinlemeyi seviyorlar. Bu insanlar, bilime olan ilgileri arttığı için değil, kendilerini ve diğer insanları anlamak istedikleri için bu konulara yöneliyorlardı. Bu gözlem beni "Peki, o zaman ben ne yapacağım?" sorusuna yöneltti. Şirketteki beyinlere baktım: liderler var, çalışanlar var, müşteriler var. Onlara kendi beyinlerini anlatırsam, ilgi çekici olur diye düşündüm. Böylece "Beyin Dostu Şirketler" konseptini oluşturdum. Yaklaşık 10 yıldır akademiye veda ettim. Akademi durağan bir yer. Dışarıda, sürekli akan ve etkileşim kuran bir öykünün olduğunu fark ettim. Akademisyen olsaydım, muhtemelen çok daha az etkileşimde olurdum. Bu bir seçim meselesiydi ve ben iş dünyasında çalışmaktan büyük keyif aldım.
Bu konsept, literatürde olan bir şey miydi? Çok fazla araştırması, referans alınabilecek kaynakları var mıydı?
Hayır, hala da çok yeni bir alan. Dediğim gibi, ben tam bu işin başına denk geldim. Elon Musk'ın bugün ürünleştirmeye çalıştığı beyin-bilgisayar arayüzü (BCI) üzerinde biz laboratuvarda çalışıyorduk. İş dünyasına girince, akademik bilgi ile piyasanın ihtiyaç duyduğu bilgi arasında bir boşluk (dead valley) olduğunu öğrendim. İngiltere'de buna "ölü vadi" diyorlar. Akademisyenler bir tepede, iş dünyasındaki liderler diğer tepede ve aralarında bilgi transferi olmuyor. Ben de dedim ki, bundan sonra bu vadide yaşayacağım. Bugün insanlar beyin seviyorsa, bu bizim gibi insanların, akademide toplanan bilgiyi ve uygulamaları, insanların anlayacağı hale çevirmesinden kaynaklanıyor. Kimse "frontal lob"unu merak etmiyor, ama bunun karar alma mekanizmasını nasıl etkilediğini, yöneticilik yaparken ne kadar önemli olduğunu anlatınca ilgi çekici oluyor. Aslında bahsettiğiniz literatürü de kendimiz oluşturduk. Bugün "neuroscience for business" gibi kavramları görebilirsiniz. Ben şirketlere ve organizasyonlara, yani tanımlı kimliklere; "liderlik nasıl yapılır?" veya "çalışan bağlılığının nörolojik karşılığı nedir?" gibi konuları anlatıyorum. Böylece kendi literatürümüzü oluşturuyoruz.
BİLİMİN GÜCÜ: İNANDIRMAK DEĞİL ANLATMAK
Klasik bir kişisel gelişim yaklaşımıyla, nörobilimsel bir açıklama arasında nasıl bir fark var? İnsanlar neden bu bilimsel açıklamaları daha faydalı buluyor?
Bir holdingin CEO'su bana bir gün, "25 yıldır meditasyon yapıyorum, ilk defa ne işe yaradığını anladım" dedi. Meditasyon yapmaya iyi olduğuna inandığı için başlamıştı, ancak arkadaşlarına anlatamamıştı, çünkü onlar için soyut bir konuydu. Benim bilimsel anlatımım sayesinde, meditasyonun zihni dinlendirmek gibi somut faydaları olduğunu, beynin ön lobunu geliştirerek dürtü kontrolünü sağladığını anlatabileceğini fark etti. Bence en önemli kısım bu. İnsanlar, bir konunun neden işe yaradığını bilmeseler de faydasını görebilirler, ancak birçok insan bu bağlantıyı kuramadığı için o konuyla ilgili ilişkiyi de kuramıyor. Bizler, neden-sonuç ilişkisini arayan bir insan popülasyonu yarattık. Ne inanan insanlar oldular ne de bilen insanlar. İnanan da huzurlu, bilen de huzurlu, ama bu ikisinin arasındaki kişiler huzursuz. Biz bilimsel yol göstericilikle, beyin bilgisiyle davranışları aydınlatınca insanlar bir "oh be" dedi. Bu, iyi liderle kötü lider arasındaki farkın nasıl oluştuğunu anlamalarını sağladı.
Bu bilgileri sadece üst düzey yöneticilere değil, toplumun her kesiminden insanlara da ulaştırdığınızı görüyoruz. Nasıl bir geri dönüş alıyorsunuz?
Evet, ben bu konuları Türkiye'deki adını bildiğim bütün CEO'lara anlattım. Beni "beyinci" olarak tanıyorlar. Öte yandan, öğretmenlere, öğrencilere, hatta güvenlik görevlilerine, mavi yakalılara da anlattım. Bana en başta "Hocam çok güzel anlatıyorsun ama mavi yakalı anlayabilir mi?" diyorlardı. Bu, hepimizin zihninde insanları sınıflandırma eğiliminin bir göstergesi. Oysa herkesin bir beyni var ve ben bunu biyolojik olarak biliyorum. Beyinler birbirinden çok farklı değil. Farklı olan, zihinlerimiz. Zihin farkı, insanın davranışlarını dönüştüren şeydir. Bir keresinde ilkokul mezunu nalburların bayi toplantısında stand up gösterisi gibi bir sunum yapmıştım. Onlara kendi beyinlerini anlatıyorsunuz ve örnekleri onların hayatlarından seçiyorsunuz. O zaman anlattıklarınız bir CEO'ya ne kadar anlamlıysa o nalbura da o kadar anlamlı oluyor. Öğrenmek için en önemli aşama, özdeşim kurmak ve aynı bilgi seviyesinde konuşmaktır. Bir kitleye bir şey öğretirken kural nettir: Senin ne bildiğinin bir önemi yok, karşı tarafın neyi anlamaya hazır olduğu önemlidir.
Sizi sahnede izleyenler çok etkileniyor. Bu konuşmaların sizde yarattığı sorumluluk nedir?
Çok büyük bir sorumluluk. Çünkü kalabalığın ilgisi insanı kolayca şımartabilir. Bazen sahneye çıkan biri, ağzından çıkan her şeyin doğru sanıldığını görür ve aptallaşır. Benim en çok korktuğum şey bu. O yüzden sahnede hiçbir zaman bilmediğim bir şeyi söylemem. Bilimsel olarak kanıtlanmamışsa “bilmiyorum” derim. Eğlenceli, esprili, bazen metaforlarla süslü olabilir ama özünde hep doğru bilgi olmalı.
TÜM KARİYERİMİ ÖZETLEYEN KELİME: MERAK
Nörobilim bilgisi, günümüzde yapay zekanın da yükselişiyle birlikte daha mı önemli hale geliyor?Kesinlikle. Kendi zekâsını düzgünce kullanamayan birinin yapay zekayı kullanması mümkün değil. Eğer sen beynini etkin bir şekilde kullanamıyorsan, bir başkası gelir senin beynini kullanır. Beyin hiçbir zaman boşa gitmez. Bugün o kullanıcılığa en büyük aday yapay zekadır. O yüzden hepimizin beynini etkin kullanıyor olması lazım. İnsanlar bir beyninin olduğunu ve bunun değiştirilebilir olduğunu fark edince, bu konuda destek alma ihtiyaçları da dönüştü. İnsanlar artık bir "zihin teorisi"ne sahip olduklarını anladılar. Bu zihin teorisinin ne kadar durağan (fixed) ya da gelişimsel (growth) olduğunu, nasıl geliştirilebileceğini öğrenmek istiyorlar. Bence bu, insanlığın daha zeki bir canlıya evrildiğini gösteriyor. Ve bu aydınlanma, kendi zihnimizi keşfetmemizi de sağladı.
Peki sizi en çok heyecanlandıran şey nedir?
Merak. Gerçekten, bütün kariyerimi özetleyen kelime bu. Yeteneğin önüne geçen şey meraktır. Merak eden çocuk, hangi imkâna sahip olursa olsun bir yol bulur. Benim de bütün yolculuğumun arkasında merak vardı. Ansiklopedilerden başlayan, MR cihazlarının başında sabahlara kadar süren, sahnede binlerce insana anlatırken hâlâ gözümdeki ışıltıyı kaybettirmeyen bir merak.
Kerem Dündar Instagram hesabı: https://www.instagram.com/drkeremdundar Kerem Dündar LinkedIn profili: https://www.linkedin.com/in/drkeremdundar/


