top of page

Eşitlik olmadan kalıcı barış olmaz

Gelişmiş ülkelerin refahı, geri kalanların eşit kalkınması sağlanmadan sürdürülemez. Başak Ödemiş, karbon finansmanından gönüllülük çalışmalarına uzanan çok boyutlu çalışmalarıyla hem insanlar hem gezegen için adil bir gelecek inşa etmeye çalışıyor. Ödemiş, ‘Gelişmiş ülkelerin refahı, diğerleri geri kalırken sürdürülebilir değil’ diyor.

International Finance Corporation’da Global Lead for Carbon Finance görevini sürdüren Başak Ödemiş, öğrencilik yıllarından beri yurtdışında yaşıyor ve çalışıyor. Kendisi için ‘göçmen’ doğmuş desek abartı olamayacak kadar uzun zamandır göçmenliği deneyimleyen Ödemiş, küresel anlamda kalkınma adına çok önemli bir görevi sürdürüyor. Yanı sıra, 3 çocuk annesi ve gönüllülük faaliyetleriyle topluma faydalı bir birey olma yönünde gerçek bir rol model.


Master ve doktora derecelerini Cambridge Üniversitesi’nde, gelişmekte olan ülkelerin ekonomik ve yapısal sorunları, eşitsizlikleri ve adil kalkınma yolları üzerine yapan Ödemiş hem profesyonel rolü hem de kişisel tavrıyla sadece toplum için değil, gezegen için de kritik işlere imza attı. Ödemiş, kendi göçmenlik hikayesini ve küresel sürdürülebilirlik dendiğinde neden karbon emisyonundan fazlasını anlamamız gerektiğini anlatıyor.


Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Kim olduğunuzu, neler yaptığınızı ve göçmenlik yolculuğunuzu nasıl deneyimlediğinizi duymak isteriz.


22 yıl Londra’da yaşadıktan sonra son 6 aydır Paris’teyim. Üç çocuk annesiyim. Aileme, dost çevreme, doğaya, güzel yemeklere ve tabii ki Türkiye’ye derin bir bağlılığım var. Köklerimi unutmadan, farklı coğrafyalarda yeni yollar arayan bir insanım. Üniversite sonrası Fransa’da ENA (École Nationale d’Administration) yüksek lisans programına katıldım. Ardından doktora için Londra’ya gitmeyi planlıyordum; fakat bursla ilgili son dakika yaşanan bir aksilik nedeniyle 2002 yılında bir Fransız firmasında çalışmaya başladım. O günden bu yana Türkiye’de hiç profesyonel olarak çalışmadım. Kariyerime doğrudan Fransa ve ardından İngiltere’de başladığım için kendimi hiçbir zaman geleneksel anlamda bir ‘göçmen’ gibi hissetmedim. Almanya’ya giden ve ülkesiyle iletişimi kısıtlı kalan önceki kuşakların aksine biz daha bağlantılı, kültürel olarak esnek ve dijital dünyanın sağladığı sınırsız iletişim olanaklarıyla büyüdük. Ama elbette, Türkiye’ye ve oradaki sevdiklerimize duyulan özlem içimizde hep var. Bu özlem, zamanla hayatın sessiz ama sürekli bir eşlikçisine dönüştü.


Finansal kurumların iklim politikaları konusunda önemli bir görev üstleniyorsunuz. Tam olarak ne iş yapıyorsunuz ve kurumlara bu konuda nasıl katkılar sunuyorsunuz?


Dünya Bankası’nı çoğu kişi duymuştur; gelişmekte olan ülkelere düşük faizli krediler ve hibeler sağlayarak kalkınmayı destekler. Ben, bu yapının özel sektöre odaklanan kolu olan IFC – International Finance Corporation’da çalışıyorum. IFC, gelişmekte olan ülkelerdeki özel sektör yatırımlarına destek veriyor. Ben burada, iklim projeleri geliştirme biriminde karbon finansmanı alanının küresel sorumlusuyum. Ekibimizle birlikte, karbon salınımını azaltan, durduran ya da atmosferden karbon çeken projelere finansman sağlıyoruz. Böylece çevreye katkı sunarken sürdürülebilir kalkınmayı da destekliyoruz.


Peki, bu tür roller neden bu kadar kritik? Kurumlar gerçekten bu sorumluluğu taşıyabilecek politikaları benimsiyor ve uyguluyor mu?


Dünya Bankası Grubu’nun vizyonu çok net: Aşırı yoksulluğu sona erdirmek ve yaşanabilir bir gezegende ortak refahı artırmak. Bu vizyon, sadece ekonomik büyümeyi değil; çevresel sürdürülebilirlik, sosyal kapsayıcılık ve iklime dayanıklılık temelli bir kalkınma anlayışını kapsıyor. 2021–2025 İklim Eylem Planı ve COP28’de açıklanan hedefler doğrultusunda, sağlanan yıllık toplam finansmanın yüzde 45’inin iklim projelerine yönlendirilmesi hedefleniyor. Bu kaynağın yarısı da iklim değişikliğinden en fazla etkilenen toplulukların direncini artırmak için kullanılacak. Bu perspektif yalnızca teknik değil; aynı zamanda etik ve insani bir sorumluluk içeriyor.


GELİŞMİŞ ÜLKELERİN REFAHI SÜRDÜRÜLEBİLİR DEĞİL


Bu alanda kariyer yapmanızda sizi ne motive etti?


Bu hayal aslında lise yıllarında başladı. Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler gibi kurumlarda çalışıp dünya kalkınmasına katkıda bulunmak istiyordum. Ancak bu kurumlara girmenin o kadar kolay olmadığını zamanla öğrendim. ENA’dan mezun olduğumda önüme kırmızı halılar serilecek sanıyordum ama gerçek hayat bana ret mektupları sundu. İlk işim, Londra’da bir Fransız şirketinde emtia ticareti (commodities trading) alanındaydı. “Ne iş olsa yaparım” diyerek başladım. Ama içimde hep çevreye ve gelişmekte olan ülkelere karşı bir ilgi vardı. Karbon piyasalarının henüz yeni gelişmeye başladığı o dönemde bu alanda bir fırsat yakaladım. Konu yeniydi ve ben bu alanda çalışan öncülerden biri oldum. Sonra burs çıkmadığı için yapamadığım doktoramı, gelişmekte olan ülkeler üzerine tamamladım.


Beni hep şu düşünce motive etti: Gelişmiş ülkelerin refahı, diğerleri geri kalırken sürdürülebilir değil. Globalde eşitlikçi bir kalkınma olmadan kalıcı mutluluk ve barış da olmaz. Bugün dünyada yaşadığımız pek çok sorunun kaynağında bu eşitlikten uzak kalkınma modelleri olduğunu düşünüyorum.


Ülkelerin veya kurumların iklim krizine yaklaşımlarında farklar gözlemliyor musunuz? Bu farklar neye dayanıyor sizce?


Evet, çok ciddi farklar var. Hem ülkeler arasında hem de aynı ülkenin farklı yönetimleri arasında yaklaşımlar değişebiliyor. Bir hükümet döneminde iklim politikaları öncelikli olabilirken başka bir dönemde bu konu tamamen göz ardı edilebiliyor. İklim müzakereleri, dünyanın en zorlu diplomatik süreçlerinden biri. Çünkü atmosferdeki karbon birikimi, büyük ölçüde sanayileşmiş ülkelerin geçmişteki emisyonlarından kaynaklanıyor. Ancak şimdi gelişmekte olan ülkeler, bu yükle daha düşük karbonla kalkınmak zorunda. Bu nedenle tarihsel sorumluluk, finansmanın kimden geleceği ve kimin ne kadar katkı yapacağı gibi konular sürekli tartışma konusu. Ayrıca ülkelerin krizden etkilenme dereceleri ve gelişmişlik seviyeleri farklı olduğundan çözüm yolları da çeşitlilik gösteriyor.


BAŞARIYI KARİYERLE SINIRLAMAK YANLIŞ



basak odemis istanbul boğazını yüzerek geçtikten sonra aldığı madalyayı gösteriyor

Göçmen bir kadın olarak varoluş mücadelenizi nasıl tanımlarsınız? Yurt dışında kariyer yapmak isteyen kadınlara ne söylemek istersiniz?


Kadın olmak, nerede yaşarsanız yaşayın, başlı başına bir mücadele. Ancak eğitimli kadınlar olarak bizler, en ayrıcalıklı kesimlerden biriyiz. Bu nedenle, daha az imkâna sahip kadınlara destek olmak gibi bir sorumluluğumuz olduğuna inanıyorum. Yurt dışında kariyer yapmak elbette değerli bir deneyim ancak bir insanın öncelikli sorumluluğu, çevresine fayda sağlayabilmektir. Bu katkı, bir sivil toplum kuruluşunda gönüllü olarak çalışmakla bir çocuğu sevgiyle büyütmekle doğaya ya da hayvanlara sahip çıkmakla da olur. Kişi -özellikle kadınlar- kendilerini nasıl mutlu ve anlamlı hissediyorlarsa, o yönde bir yaşam kurmalı. Kariyer bir seçenek olabilir ama bir zorunluluk ya da başarı ölçütü değildir. Özellikle Batı dünyasında yaygın olan, başarıyı sadece iş ve kariyerle tanımlayan anlayışı da çok sınırlayıcı buluyorum. Başarılı olmak, yalnızca yüksek bir pozisyona gelmek ya da büyük bir şirketin yöneticisi olmak demek değil. Kendini gerçekleştirmek, başkalarının hayatına dokunmak, adil ve dengeli bir yaşam kurmak da birer başarıdır. Dengeli bir yaşamdan kastım sadece profesyonel ve aile yaşamı dışında tutkularının da peşinden koşabilmek. Örneğin geçen sene Boğaziçi yüzme yarışlarına katıldım, Boğaz’ı yüzerek geçtim. Benim için buna vakit ayırabilmek çok değerliydi.


BİR MESAJ ÇOK ŞEYİ DEĞİŞTİREBİLİR


Zorluklara gelirsek…

Kendi adıma, ilk zamanlarda yaşadığım en büyük zorluklardan biri, anadilim dışında çalışmak ve derinlemesine düşündüğüm şeyleri tam olarak ifade edememekti. İnsan bazen kelimelerin kıyısında köşesinde dolaşıyor ama asıl anlatmak istediği şey hep birkaç cümle geride kalıyor. Bir nevi dilin içinde mahsur kalmak gibi. Yurtdışı kariyerimin özellikle ilk yıllarında beni en zorlayan bu oldu. Mesela Türkçe konuşurken gayet espritüel, nüktedan bir insanımdır, en azından ben öyle olduğumu düşünüyorum. Ama iş İngilizce ya da Fransızcaya geldi mi, bir anda ‘esprili kişi’ modundan ‘powerpoint sunumu gibi insan’ moduna geçiyordum. Hele bir iş sunumu hazırlarken... Bir İngiliz’in bir saatte yaptığı sunumu, ben aynı espri gücünü ve nüansı tutturabilmek için iki saatte yazıyordum. Çünkü bazen sadece ne dediğiniz değil, nasıl dediğiniz de çok önemli oluyor. Neyse ki artık yapay zekâ gibi teknolojiler bu dil bariyerlerini büyük ölçüde aşmamıza yardımcı oluyor. Yeni kuşaklar için bu gerçekten büyük bir avantaj — biz taşla kazıyarak geldik, onlar dokunarak geçiyor.


Dayanışma ve destek sizin özellikle vurgu yaptığınız kavramlar…

Hayatın bazen çok zorlayıcı, karanlık dönemleri olabiliyor. Hayat hiçbir zaman düz bir çizgi değil. İnişler, çıkışlar, kırılmalar var. Ama yardım ederek ve yardım isteyerek ilerlediğinizde yol bir şekilde açılıyor. Unutmayın, destek illa maddi olmak zorunda değil; bazen bir mesaj, bir telefon görüşmesi birinin hayatını tamamen değiştirebilir. Benim de hayatımı verdiği bir tavsiye ile ya da açtığı bir kapıyla değiştiren arkadaşlarım oldu. Şimdi elimden geldiğince başkalarının hayatlarında yeni kapılar açmaya çalışıyorum. Gerçekten inanıyorum ki ancak dayanışmayla birbirimize destek olarak ilerleyebiliriz.


Başak Ödemiş'in çalışmalarını LinkedIn hesabından takip edebilirsiniz: https://www.linkedin.com/in/basak-odemis-4bb7a61/

bottom of page