Londra aklımı da yüreğimi de havalandırıyor
- editor
- Jun 28
- 5 min read
Yazar Oylum Yılmaz, hayatının ikinci perdesinde hem kendini hem edebiyatını Londra
sokaklarında yeniden kuruyor. Göçmenlik, annelik, dil ve yazarlık arasında yol alan bu serüven; bir
kadının hem zihnini hem yüreğini havalandırma hikâyesi. Londra, onun için sadece bir şehir değil; yeniden doğuşun, direnmenin ve üretmenin başka bir biçimi.

Ödüllü yazar Oylum Yılmaz, hayatının tüm büyük yolculuklarına 40 yaşından sonra çıktı. 40’ında sonra anne oldu, İngiltere’ye taşındı ve bir dil işçisi olarak bir dili sıfırdan öğrenmek için kolları sıvadı. Başarılı yazarlık kariyerinin yanı sıra bir kadın olarak cesareti ve özverisiyle de hayran kalınacak biri.
Cadı, Gerçek Hayat, Ağaçların Rüyası romanlarından sonra deneme alanında kaleme aldığı ilk kitabı Doğa Yürüyüşleri henüz yayınlandı. Bunun yanı sıra, kurucusu olduğu Kultura Litera platformu altında yaratıcı yazarlık ve okuma dersleri veriyor, Litera Edebiyat web sitesinde Türk edebiyatının nabzını tutuyor. Bir yandan müthiş çalışkan bir öğrenci olarak İngilizce derslerine devam ederken oğlu Ethem’i iki dilli büyütüyor ve bir yazar olarak durmaksızın üretmeye devam ediyor.
Oylum Yılmaz, yazarlık serüvenini, göçmenlik hikayesini ve göçmen bir kadın yazar olarak varoluş mücadelesini anlatıyor.
Oylum, yazarlık yolculuğunu nasıl tarif edersin?
Bu çok tarihi bir soru! Şarkı söylemeye çocukluğunda başlayan ses sanatçıları gibi, ben de neredeyse kendimi bildim bileli yazıyorum çünkü. Yazdıklarım yayımlanmaya ben henüz 18 yaşında bir öğrenciyken başladı. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğrenciydim ve eş zamanlı olarak Radikal Gazetesi’nin ek yayınlarında çalışıyordum. Kültür ve sanat üzerine düzenli yazıyordum. Derken Radikal Kitap Eki açıldı ve orada çalışırken edebi bir metinle yazmak üzerinden nasıl ilişki kurulur sorusu, hayatımın merkezi haline geldi. Yaklaşık yirmi beş seneyi aşkındır yazıyor ve bu soru üzerine çalışıyorum. Diğer yandan kulağa biraz fazla romantik ve idealist gelecek ama ben kendimi henüz yazdığı tek bir satır yayımlanmamışken bile yazar olarak hissediyor, biliyordum. Bazı yazar arkadaşlarım yayımlanmış kitapları olduğu halde kendilerini yazar olarak hissedemediklerini ya da söz gelimi üçüncü romanları yayımlandıktan sonra kendilerini artık bir yazar olarak kabul ettiklerini söylerler. Ama ben ilk romanım Cadı yayınlandığından beri, en azından kendi nazarımda, yazarım. Çünkü her sanat türü gibi edebiyat da zanaat geliştirmeye, çok okumaya, çok yazmaya, çok çalışmaya ihtiyaç duyar.
BİR ADADAN BAŞKA BİR ADAYA GÖÇMEK
Hayatının üç fazı var gibi. İstanbul, Bodrum ve Londra. Bu rotayı, her defasında bir şehirden diğerine taşınma kararı alırken seni motive eden faktörleri anlatır mısın?
28 yaşımdaydım, doğup büyüdüğüm şehri, İstanbul’u bıraktım, arkama bakmadan ondan kaçtım. Bugün İstanbul’da yaşamak ne mutluluk ne mecburiyettir. İstanbul’da yaşamak sadece bir ısrardır. Bu ısrarı sürdürmek istemedim ben. Amacım elim yeşile, ayağım bahçeye değsindi. Öyle de oldu, yaklaşık on yıl Bodrum’da bahçelerde yaşadım. Sebzelerimi kendi ellerimle yetiştirdim, kitaplarımın telifleriyle ağaç fidanları alıp bahçeme diktim. Kıt kanaat ama mutlu yaşadım. Gelgelelim biliyorsun hayatın kırılma noktaları vardır ve senin mutluluğunla veya mutsuzluğunla ilgilenmezler. Eşimle yazıp çizdiğimiz dergilerin birer birer kapanması ya da siyasal İslamcıların eline geçmesi, kırk yaşında anne olmam, Bodrum’un tıpkı İstanbul gibi betona gömülmesi, olağanüstü bir insan göçü alması bizi kök salmaya başladığımız bu Ege şehrinden uzaklaştırdı ve Londra’ya getirdi. Biliyorsun doğma büyüme Büyükadalıyım ben. Bir adadan başka bir adaya gelip yerleşmiş olmayı kaderin bir cilvesi olarak kabul ediyorum.
Londra'da 5 yılı geride bıraktın. Bu yolculuk nasıl gidiyor? Senin yazarlık dünyana Londra iyi geldi mi?
Londra dünyanın en büyük ve kalabalık şehirlerinden biri olmasının yanı sıra bir kent ormanı. Evet bir şehirden ziyade onu bir kent ormanı olarak adlandırıyorlar. Dolayısıyla adına şehir de denilen bir ormanda yaşamak benim sadece yazarlığımı değil, aklımı ve yüreğimi de havalandırıyor, iyi anlamda etkiliyor. Doğayla kurduğum ilişki sadece bir bahçede çiçek ya da sebze yetiştirmenin çok ötesine geçti bu şehirde.
Son romanın Ağaçların Rüyası ve Doğa Yürüyüşleri'ni Londra'da tamamladın. Önceki eserlerine kıyasla doğayla daha çok kucaklaştığını seziyorum. Londra'nın bunda etkisi var mı?
Dürüst olmak gerekirse Londra’da yaşamasaydım ne Ağaçların Rüyası’nı ne de Doğa Yürüyüşleri’ni yazabilirdim. Doğada tek başına özgür bir kadın olarak hissederek zaman geçirebilme deneyimi beni, kişiliğimi, yazarlığımı derinden etkiledi. Özgüvenim, kendime, hayata olan inancım, bakışım tazelendi. Hani edebiyatta sıkça gördüğümüz doğum-ölüm-yeniden doğum döngüsü vardır ya, bunun sadece hikayelerde insanı avutmak için olmadığını, gerçekten kendiliğinden bir yaşam döngüsü içinde olduğumuzu bana Londra’nın meşeleri, dişbudakları, kavakları, kestane ağaçları öğretti.
DİL YAZARIN EVİDİR
Bir yandan dille çok uğraşan bir yazarsın ve yabancı dilde bir çocuk büyütüyorsun. Oğlunun dille

kurduğu ilişkiyi, iki dilli olmanın onun iletişim biçimini nasıl etkilediğini gözlemliyorsun?
Oğlumun Türkçeyi ve İngilizceyi aynı anda öğrenme deneyimi oldukça zorlu ve büyüleyici oldu. Bu deneyimin birinci elden gözlemcisi ve destekçisi olmak da bana dille kurduğumuz ilişkiyi yeniden düşünme fırsatı verdi. Dil yazarın evidir derler. Benim evim de dünyanın neresine gidersem gideyim Türkçe. Ancak oğlumun ömrü boyunca iki tane evi olacak hep. Ona bu çeşitliliği, çoğulluğu vermiş olmak sanırım hayattaki en büyük başarım olacak.
Londra sana hem öğretmenliği hem de öğrenciliği öğretti sanki. Dil öğrenme konusunda çok istikrarlı bir öğrenciyken yaratıcı yazarlık dersleriyle birçok henüz yola çıkmış esere dokunuşta bulundun. Sen kendinde bu kimlikleri fark ediyor musun?
Londra’ya yerleştikten sonra bitmek bilmez bir dil öğrenme sürecinin içinde buldum kendimi. Karşındakinin derdini anlamak ve ona derdini anlatabilmenin çok ötesinde bir şey bir dili gerçekten öğrenmek. İçinde yaşadığın dil dünyasının tüm kültürel kodlarını çözmedikçe o dili öğrenmiş olmuyorsun çünkü. Kısacası sanırım ömrümün sonuna kadar bir İngilizce öğrencisi olarak kalacağım. Öğretmenliğe gelince, Türkiye’deyken ufak ufak başladığım şeyi, burada bir Ankara Anlaşmalı olarak mecburen ilerletmek, hatta zaman zaman bir iş haline getirmek durumunda kaldım. Yaratıcı yazma ve okuma dersleri vermek, edebiyat konuşmaya dair doymak bilmez iştahımın bir ürünü olduğu kadar göçmenliğin de bana kazandırdığı bir meslek haline geldi. Bu iki kimliği de yani dil öğrencisi olmakla, yazarlık öğretmeni olmayı gönülsüz kabul ettim. Göçmen olanlar beni anlar!
Son kitabın Doğa Yürüyüşleri biraz daha yazarlık üstüne kafa yorduğun denemelerden oluşuyor. Bize biraz kitabını anlatır mısın?
Doğa Yürüyüşleri’ni yazmak benim gençlik hayalimdi. Yazı yazmaya başladığım ilk günlerden beri okurla deneme-eleştiri türü üzerinden bağlantı kurmayı, kurmaca dışında da bir düzyazı üslubu, estetiği kurmayı, sesimi bulmayı çok istiyordum. Londra’ya yerleştikten sonra yazarlık üzerine verdiğim derslerin de verdiği deneyimle, yaratıcı yazma ve okuma bağlamında doğayı da merkeze alarak yazmaya başladım bu denemeleri. Öte yandan Doğa Yürüyüşleri’yle edebiyat okuruna içimi samimiyetle açıyorum ve bu yazarlık serüvenimi daha heyecanlı hale getiriyor.
HİÇ KİMSE OLMAKLA YÜZLEŞTİM
Kadın hakları da senin çok üzerine çalıştığın ve katkıda bulunduğun bir konu. Göçmen bir kadın yazar olmayı nasıl tarif edersin?
Daha kötü bir tamlama olamazdı! Her türlü ötekileştirilmiş, dezavantajlı kimliği içeriyor bu söylediğin. Okuyunca kendime üzüldüm! Yazarlık, kadınlık, göçmenlik hepsi birer mücadele ve direniş alanı. Ne diyebilirim ki, safları bırakmıyorum ve hepsinde ayrı ayrı direnmeye devam ediyorum.
Sence göçmenlik bir kadının hayatını daha kolaylaştıran bir seçim mi yoksa kendi içinde yeni zorluklarla mı geliyor? Göçmen bir kadın olarak var olmayı nasıl tarif edersin?
Göçmenlik sürecinde elbette ki en büyük zorlukları yine kadınlar yaşıyor. Özellikle de ailesiyle birlikte göç eden kadınlar, ailenin bozulan konfor alanını yeniden yaratmak, ailenin sarsılan dengelerini yeniden oturtmak için büyük mücadeleler veriyorlar. Kadın olarak toplumsal kastın zaten en altlarında bir yerlerdeyken buna göçmenlik de eklenince neredeyse hiçleşiyorsunuz. Hiç kimse olmakla yeniden yeniden yüzleştim ben de herkes gibi. Ancak orta yaşlarımın sonunda kendimi bir kere daha yeniden yaratma gerekliliği beni daha da güçlendirdi, cesaretimi arttırdı. Tıpkı annelik gibi. Zaten göçmenlikle annelik arasındaki bağlantı çok şaşırtıyor beni. İki deneyim de başa gelmedikten sonra asla anlaşılmıyor.
Göçmenlik yolculuğunda sana iyi gelen ve göçmen kadınlara okumalarını önerebileceğin yazarlar ve kitaplar neler?
Göçmen edebiyatı dünya edebiyatının ana damarlarından biri. Öyle büyük bir külliyat ki, ömrümüzün sonuna kadar okusak bitiremeyiz. Valeria Luiselli’nin Kayıp Çocuklar Arşivi’ni, Zadie Smith’in İnci Gibi Dişler’ini, Julie Otsuka’nın Tavan Arasındaki Buda’sını ve doğa merkezli çok
başka bir yerden göçe ve aidiyete değinen Richard Powers’ın Her Şeyin Hikayesi’ni herkese tavsiye ederim. Sınıf mücadelesinin olmadığı, ülke sınırlarının kapalı olduğu, modern sömürgeciliğin tüm vahşetiyle kendini gösterdiği bu zamanda, yaşadığımız tüm zorlukların sadece bizim başımıza gelmediğini hatırlamak iyi gelecektir.