top of page

Paylaştıkça Hafifleyen Göç

Londra’da yaşayan psikolog Özden Bayraktar, göçün yalnızca mekânsal değil; duygusal, kültürel ve ilişkisel bir yeniden yapılanma süreci olduğuna dikkat çekiyor. Ona göre göçmenliği konuşmak ve paylaşmak, bireysel iyilik halimizi güçlendirmenin en önemli yollarından biri.
ree

Yetişkin, ergen, çift ve aile terapisti psikolog Özden Bayraktar, 2007 yılından beri Londra’da özellikle İngiltere’ye göç etmiş ve ‘yeni bir düzene ayak uydurma çabası’ içinde olan Türklerle çalışıyor. University College London ve Anna Freud Center’da Psikoanalitik Çocuk Gelişimi üzerine master yapan, ardından Regents Üniversitesi’nde mindfulness temelli terapiler üzerine yoğunlaştığı doktorasını bitiren Bayraktar, kendi kurduğu danışmanlık merkezinde ebeveynlik, depresyon, kaygı gibi konularda hizmet veriyor. Bayraktar ile göç sürecini, göçmenliği ve psikolojik etkilerini konuştuk.


Psikolog olmaya nasıl karar verdiniz?

Koç Lisesi’nde okurken ergenlik dönemimde yaşadığım içsel çatışmaları anlamlandırmaya çalışırken karar verdim. Kendi iç dünyamı çözümlemek için psikoloji kitapları okumaya başladım. Bu dönemde Dostoyevski ve Tolstoy gibi yazarların eserleriyle tanışma fırsatım oldu. Bu kitaplarda insan ruhuna dair yapılan çözümlemeler, detaylı betimlemeler beni hem edebi hem de psikolojik açıdan çok besledi ve psikolojiyi sadece bir ilgi alanı olmaktan çıkarıp mesleki yolculuğumun merkezine yerleştirdi. Bu ilginin peşinden giderek Koç Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü tamamladım, ardından Maltepe Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptım. VKV Koç Özel İlköğretim Okulu ve Lisesi’nde rehber öğretmen olarak edindiğim deneyimler, çocuklarla ve ailelerle çalışarak uygulamalı bilgi kazandığım çok değerli yıllardı. Ardından ise 2007’de Londra’ya taşındım.


Neden İngiltere’de yaşamayı tercih ettiniz?

İlk etapta Londra’ya University College of London’a kabul olarak, akademik çalışmalarım için gittim. Sonrasında doktora çalışmalarıma başladım. Doktora çalışmalarımdan sonra klinik psikolog olarak Londra’da çalışmaya başladım. İngiliz kültürünü de çok sevdiğim için buraya gelmek istedim. Londra’ya taşındıktan sonra University College London ve Anna Freud Center’da Psikoanalitik Çocuk Gelişimi üzerine master yaptım. Hemen ardından Regents Üniversitesi’nde doktora sürecine başladım; burada özellikle mindfulness temelli terapiler üzerine yoğunlaştım. 2010 yılında Londra’da ‘Dream Life Coaching’ adlı kendi danışmanlık merkezimi kurdum. Burada çocuk gelişimi, ebeveynlik, aile ve çift terapisi, depresyon, kaygı, boşanma süreci gibi konularda danışanlarımla çalışıyorum. Ayrıca Women’s Platform UK çatısı altında gönüllü olarak seminerler ve atölyeler düzenledim. Öte yandan 2007’den bu yana farklı gazetelerde yazılar yazıyor, sanat ve psikoloji arasındaki bağı işlerken üretmeye devam ediyorum. Geçtiğimiz yıl Umudun Rengi Mavi adlı psikoloji ve insan ruhuna dair bir içeriğe sahip olan ilk kitabım çıktı.


Akademik eğitiminizin yanı sıra İngiltere’deki Türk toplumuna psikolog olarak hizmet vermeye başladınız. Bu süreç nasıl gelişti?

Londra’ya ilk geldiğim yıl, University College London’da yüksek lisans yapıyordum. Aynı zamanda, yerel bir Türk gazetesinde çocuk gelişimi, ebeveynlik ve çeşitli psikolojik konular üzerine haftalık köşe yazıları yazıyordum. Bu yazılarımdan birini okuyan, dönemin konsolos yardımcısı olduğunu hatırladığım bir hanımefendi, benimle iletişime geçerek Londra’da Türkçe konuşan psikolog sayısının oldukça az olduğunu ve özellikle Türk toplumunun psikolojik desteğe ciddi anlamda ihtiyaç duyduğunu anlattı. Master eğitimimden kalan zamanımı topluma katkı sağlayarak değerlendirmek benim için çok anlamlıydı. Yaklaşık 5–6 yıl süren bu süreçte workshoplar düzenledim, televizyon programlarına katıldım, o dönem aktif olan Türkçe radyo kanallarında haftalık yayınlar yaptım. Elbette gazetelerde de gönüllü olarak yazılar yazmaya devam ettim.


ÇOCUKLAR HIZLI UYUM SAĞLIYOR


Londra’daki Türk toplumunun farklı katmanlarında ne gibi farklı sorunlar gözlemlediniz?

Bazı ailelerde göçle ilgili travmatik deneyimlerin yaşandığını gözlemledim. Göç etmiş olmanın getirdiği sıkıntılar, yeni bir kültür ve toplum içinde uyum sağlamaya çalışma süreci, adaptasyon sancıları ve iki kültür arasında kalmanın yarattığı zorlanmalar oldukça belirgindi. Bunun yanı sıra aile içi uyum sorunları da oldukça yaygındı. Özellikle çocuklar ve gençler, göç edilen topluma daha hızlı uyum sağlarken; anne babaların geri planda kaldığını ve çoğu zaman aynı uyumu yakalayamadıklarını gözlemledim. Bu durum, aile içinde kuşaklar arası çatışmalara ve iletişim kopukluklarına neden oluyordu. Ayrıca, göçün kendisi bazı vakalarda oldukça travmatik bir şekilde gerçekleşmişti. Kimi bireyler yaşadıkları ülkelerden iltica etmek zorunda kalmıştı. Bu da göç deneyimini çok daha zorlayıcı hale getiriyor, kişide derin psikolojik izler bırakıyordu. Bu vakalarda göç, bir kimlik, güvenlik ve aidiyet krizine dönüşebiliyordu. Evlilik dinamiklerinde de dikkat çekici sorunlar vardı. Hayat mücadelesi içinde özellikle erkeklerin sürekli dışarıda çalışmak zorunda kalması ve kadınların evde yalnız başlarına çocuk bakımı ve evin tüm sorumluluğunu üstlenmeleri, zamanla ilişkilerde dengesizliklere yol açıyordu. Ailelerde çok belirgin ve katı cinsiyet rollerinin olması da çiftler arasında duygusal kopukluklara neden oluyordu. Klinik düzeyde baktığımızda en sık karşılaştığım problemler arasında göç travmaları, depresyon, kaygı ve endişe bozuklukları öne çıkıyordu. Özellikle son yıllarda gençlerde kaygı bozukluklarında ciddi bir artış gözlemledim. Kaygıyla baş etmeye çalışan gençlerin hem yeni kültürel kimliklerini oluşturma sürecinde hem de aile içindeki çatışmalarla mücadele ederken zorlandıklarını gördüm.


Son yıllarda Türkiye’den İngiltere’ye eğitimli, genç ve dinamik neslin yoğun bir göçü söz konusu. Bu yeni dalgayla göç edip bocalayanlar en çok ne gibi sorunlarla size başvuruyor?

Göçün bu yeni dalgasında, özellikle yüksek öğrenimli ve mesleki kariyer sahibi bireylerde yoğun bir kimlik sorgulaması, aidiyet krizi ve varoluşsal sorgulamalarla karşılaşıyoruz. Yeni bir ülkeye gelmek, bireyde sadece fiziki bir yer değişikliği değil; aynı zamanda tüm sosyal kimliklerini, alışkanlıklarını ve anlam dünyasını yeniden inşa etme süreci anlamına geliyor. Danışanlarım genellikle ‘yeni bir düzene ayak uydurma’ çabası içerisinde, mesleki tanınırlık kaybı, yalnızlık, kültürel uyumsuzluk ve performans baskısıyla baş etmeye çalışıyorlar. Göç süreci, kontrol algısının zedelendiği, bireyin tanıdık sistemlerden ve destek ağlarından uzaklaştığı bir dönem olduğu için psikolojik açıdan oldukça hassas bir süreçtir.


TUTUNAMAMA KORKUSU RUH SAĞLIĞINI ETKİLİYOR



Ozden Bayraktar

Göçmenler arasında en çok karşılaştığınız psikolojik sorunlar neler?

Göçmen danışanlarda sıklıkla depresif belirtiler, yaygın anksiyete, sosyal izolasyon, kimlik karmaşası ve bazen kültürlerarası evliliklerde çatışmalar görüyoruz. Bu sorunların temelinde çoğu zaman birden fazla faktör yatıyor: Travmatik göç deneyimi, dil bariyeri, sosyo-ekonomik zorluklar, mesleki statü kaybı ve sosyal desteğin yetersizliği bunlardan yalnızca bazıları. Ayrıca birçok göçmende içselleştirilmiş başarısızlık duyguları veya ‘tutunamama’ korkusu gelişebiliyor. Bu da ruh sağlığını doğrudan etkiliyor. Unutulmamalı ki göç, sadece mekânsal değil aynı zamanda duygusal, kültürel ve ilişkisel bir yeniden yapılanma sürecidir.


Bu anlamda göçmenlikte duygusal ve kültürel yapılanmayı kolaylaştırmak için yeni bir yere uyum süreci de önemli. Uyum sürecinin kolay ve travmasız olması nasıl mümkün?

Uyum süreci psikolojik esneklik, öz şefkat ve sosyal bağlantılarla doğrudan ilişkilidir. Bireyin bu süreçte kendi duygularını bastırmadan tanıması, onları yargılamadan kabul etmesi ve adım adım hayatına yeniden yön vermesi oldukça önemli. Ait olma hissi çoğu zaman zamanla gelişen bir duygudur. Bu hissi inşa etmek için bireyin hem kendi kültürel kimliğini yaşatmasına hem de yeni kültürü anlamaya ve deneyimlemeye açık olmasına ihtiyaç vardır. Dil öğrenimi, sosyal gruplara katılım, gönüllü çalışmalar gibi topluluk temelli etkileşimler bu süreci destekler. Ayrıca bir terapist eşliğinde göç deneyimini anlamlandırmak, bireyin travmadan güçlenerek çıkmasını mümkün kılabilir.


ÇİFT YÖNLÜ KÜLTÜREL FARKINDALIK ÇOCUKLARDA ÖZGÜVENİ DESTEKLER


Türk ebeveynler iki kültür arasındaki dengeyi nasıl kurmalı?

İki kültür arasında denge kurmak, çocukların kültürel kimliklerinin bütünlüğünü korumaları açısından oldukça önemli. Ebeveynlerin sadece kendi kültürlerini dayatması da tamamen yeni kültüre teslim olması da sağlıklı değil. Sağlıklı olan, çocukların hem geldikleri kültürü tanımaları ve yaşamaları hem de içinde bulundukları kültürü içselleştirmelerine destek olunmasıdır. Bu çift yönlü kültürel farkındalık, çocuklarda özgüven, sosyal uyum ve kimlik bütünlüğünü destekler. Evde anadil kullanımı, geleneksel değerlerin yaşatılması ama aynı zamanda okul sistemiyle iş birliği, farklılıkların konuşulabilir olması bu dengeyi kurmada etkili yöntemler.

bottom of page