Kendi peri masalını yazan bir yazar: Ova Ceren
- editor

- Nov 9
- 5 min read
Rutinleri reddedip İngiltere’ye göç eden, anneliğin yalnızlığıyla yoğrulan, sonunda kelimelere sığınan bir yazar: Ova Ceren. IT sektöründe geçen 20 yılın ardından hayatını edebiyata adayan Ceren, göçmenlik hikâyesini, annelik sınavını ve kaleminin izinde kurduğu yeni dünyayı anlatıyor.

Çoğumuzun Instagram ve TikTok’taki ‘excusemyreading’ hesabıyla tanıdığı, Ova Ceren’in son kitabı The Book of Heartbreak/ Kalp Kırıklığı kitabı hem İngilizce’de hem de Türkçe’de okurlarıyla buluşmaya hazırlanıyor.*
Yaklaşık 20 yıllık bir IT kariyerinin ardından rotasını yazarlığa çeviren ama hali hazırda hatırı sayılır bir süredir sosyal medyada edebiyat içerikleri üreten Ova, son bir yıldır da evinin bahçesinde yeniden var ettiği ‘garden library’ ile hafızalara kazındı. Sosyal medya hesaplarında hem bahçe kütüphanesinden günlüklerini hem de yazarlık serüvenini paylaşan Ova Ceren ile göçmenlik serüvenini, annelik sınavını, edebiyat tutkusunu ve son kitabını konuştuk.
İngiltere’ye taşınma motivasyonunuz neydi? Bu, senin için nasıl bir deneyimdi? Negatif ve pozitif kırılma anları nelerdi?
Türkiye'de muhteşem bir işim vardı. Hem çok para kazanıyordum hem de muhteşem yan hakları vardı. Şimdi geriye dönüp baktığımda gerçekten o kararı vermek inanılmaz zordu ve bana herkes, ailem dahil, bu işi bırakma diyordu. Bir gün bir adam geldi ofise, emekli olmuş, ziyarete gelmişti. Normalde hep takım elbise giyerler ya; o kot pantolon- tişört giymişti. O adamı öyle görmek beni mahvetti, sudan çıkmış balık gibiydi. Benim de ömrüm burada, böyle mi geçecek, dedim. O anda o işten ayrılmaya karar verdim. Rutin zaten beni öldüren bir şey. Her sabah kalkıp işe gitmek, aynı şeyleri yapmak… İsterlerse bana 10 milyon dolar versinler, ben tüm hayatımın böyle geçmesini istemiyorum. Sonra iş aramaya başladım ama işlerin hepsi benim işimden kötü. Ne istediğimi bilmek değil ne istemediğimi bilmek beni İngiltere’ye getirdi. Müdürüm diyordu ki bak şimdi sen gideceksin, yerine 50 kişi gelecek. İngiltere’yle görüşmeler yaparken de adamlar bana iş beğendirmeye çalışıyorlardı. Yani beni o kadar çok istiyorlardı ki ben Türkiye’de değil, İngiltere’de değerli olduğumu hissettim. Eşimle her şeyden istifa edip 2011 yazında İngiltere’ye geldik. İnsanlar gelip çok zorluklar çekiyorlar ama bizim her şeyimiz çok düzgün ilerledi. IT’nin böyle bir güzelliği var. Gerçekten parmağını şıklatınca iş buluyorsun. O yüzden İngiltere'ye geldikten sonra çok rahat ettim.
TÜKENMİŞLİK SENDROMU YAŞADIM
Sanırım insanlar taşındıktan sonra burada zorluk çekmeye başladıklarında, Türkiye’den neden taşındıklarını unutuyorlar ya da hayal kırıklığına uğruyor, belki de en azından orası benim ülkemdi, diyorlar.
Evet ama çok garip bir şekilde ben kendimi buraya ait hissettim. Şanslıydım çünkü eşim Mehmet ile geldik ve o benim en iyi arkadaşım. Yani güvendiğin sevdiğin bir insanla taşınmak çok başka bir deneyim. Ben İngiltere'de çocuk doğurduktan sonra sıkıntı çekmeye başladım. İngiltere’ye geldikten 2 buçuk sene sonra çocuk sahibi olduk ve hissettiğim şey türbülanstı. Çünkü lohusalıkta, hormonlardan da olabilir, korkunç bir yalnızlık hissettim. İngiliz annelerle buluşuyordum ama çocuğa bakış açılarımız çok farklıydı. Çocuğu bebek arabasına koyuyorum, çıkıyorum ama Türkiye’de olsan hemen arkadaşını ararsın, gel bir kahve içelim dersin ya; burada insanlarla en az 2-3 gün önceden sözleşmen gerekiyor. Bazı günler birileriyle konuşmak istiyorum, sürekli bebekle yalnızım, çok uykusuzum, biri bana bir fincan çay yapsın istiyorum. Çocukla geçirdiğim ilk iki kış inanılmaz kötüydü.
Peki iş hayatı da değişti mi anne olunca?
Evet, eskiden sevmediğim ama idare ettiğim şeyler bana daha çok batmaya başladı. Çocuk doğurduktan sonra kurduğumuz düzen yüzünden 3-4 sene aynı yerde çalıştım ve orada bir tükenmişlik sendromu yaşadım. Biri bana söylese hadi oradan derdim ama elimi bile kaldıramıyor, sabah uyanamıyordum. Uzun süre çalıştığım İngiliz şirketinde de haftada dört güne inmişti mesaim ve kitap yazmaya başlamıştım. Ben üç güne düşmek istiyordum. Müdürümün müdürü olan bir adamla toplantı yaptım ve bunu ona söyledim. Adam bir başladı “Kadınlar hep böyle, bu durumu sömürüyorlar” diye. Ben gerçekten çok sinirlendim ve o gün çantamı alıp çıktım. Perşembe günü saat 2 falandı. Pazartesi günü bir toplantıya gitmem gerekiyordu. Giyinip yatağın üstüne oturmuş kendimi ikna etmeye çalışıyorum. Sanki arabaya binip gidersem başıma bir şey gelecek. Belki de oraya gitmemek için kaza yapmayı falan mı düşünüyordu bilinçaltım, bilmiyorum. Ayağa kalkamıyordum. Mehmet doktoru aradı ve dediler ki “Sen burn out olmuşsun.” Sonrasında işten ayrıldım. Kitap yazdım, o kitaplar olmadı. En son, şu an oturduğumuz evi alabilmemiz için bir işe girdim ve geçtiğimiz Eylül’de işten tamamen ayrıldım.
ÖZGÜVENLİ BİR İNSAN DEĞİLİM
Peki, senin bu edebiyat tutkun nereden geliyor Ova? Bir yandan da çünkü neredeyse 20 yıllık bir IT kariyerin var.
Türkiye'deyken de ‘Hiçbir yer’ diye bloğum vardı. Annem her zaman kitap okuyan bir insandı, zaten o da yazar. Ben de çocukken ne bulsam okuyordum. Çocukluğumdan beri şiir ve kısa hikâye de yazıyorum. O hikayeleri de zaten şu an romanlaştırıyorum. Yazmak benim içimden gelen bir şeydi. Ben 40 yaşında ‘Ay oturup roman yazayım’ demedim. Sonra bir gün bir arkadaşım bana ‘Sen neden Türkçe yazıyorsun ki?’ dedi. Hakikaten dedim ben niye Türkçe yazıyorum ki, ben artık İngiltere'deyim. Sonra İngilizce yazmaya başladım. Excuse My Reading hesabı öyle çıktı, öyle büyüdü. Bir de ben gerçekten İngilizce kitap yazabileceğime hiç inanmıyordum. Çok zor hala da çok zor, çok konsantrasyon istiyor. Eşim bana her zaman ‘Sen bunu yapabilirsin’ dedi. Etrafımda bana inanan insanlar olmasaydı ben bunu yapamazdım. Çünkü ben özgüvenli bir insan değilim. O güveni bana etrafımdakiler verdi.
Peki, bizi son romanın The Book of Heartbreak / Kalp Kırıklığı Kitabı ile tanıştırır mısın?

Bu kitabın fikri kafamdaydı: ya kalp kırıklığı seni öldürürse? Hani bir şey senin kalbini kırdığında uyanır uyanmaz ilk aklına gelen şey o olur ya; ben de o aralar öyle kalbi kırık hissediyordum. Bir de ben kalp kırıklığını çok derinden hissediyorum. Kalp kırıklığı iyileşse de iz bırakan bir şey ya; birinin sesini duymak, bir koku, bir doku seni ona götürüyor, tekrar o acıyı hissediyorsun. Lanet gibi bir şey. Ben de bir kız düşündüm, kalbi kırıldıkça ölecek. Ben de gizemli bir büro yarattım, tüm lanetleri falan buradan yönetiyorlardı. O arada da anneannem ölüyordu. Anneannemle çok sıkı bir ilişkim yoktu ama çok severdim çok iyi bir insandı. Çok zor bir hayat yaşamıştı. 10 kardeşler, anne babaları ölüyor, akrabaların evlerinde büyüyorlar. 15 yaşında evlendiriyorlar, kocası alkolik ve fakirler. Anneannem de 5 çocuktan sonra her hamile kaldığında kürtaj olmuş. Çünkü nasıl doyuracak çocukları? Okuma yazma bilmezdi ama çok inançlıydı, Müslümandı, hep camiye giderdi. Sanırım camide dinledikleri yüzünden geceleri uyanıp cehenneme gideceğim diye ağlıyordu. Çok hasta olmasına rağmen ölmek istemiyordu çünkü cehenneme gitmekten korkuyordu.
Kitapta ölümden sonra bir hayat var…
Evet, alternatif bir ‘after life’ kurguladım, bir şirket organizasyonu gibi büyük bir organizasyon tabelası var. Boss’un yani tanrının adı “To whom it may concerned”. Siparişleri meleklere faks makinesiyle yolluyor. Ortada yok, kimse görmemiş. E-mail bile atamıyorsun. Meleklerin arasında korkunç bir hiyerarşi var. İnsanları anlamayan, saçma sapan sistemle çalışan bir ekip. Bu kısmını eğlenceli yazdım çünkü gerçekten bu kitabı okuyan birinin ya belki de ölümden sonrası gerçekten yangın, fırtına değildir diye düşünmesini istiyorum. Bu birazcık da anneannemi buna inandıran o makinaya karşı duyduğum öfkeydi. Aslında biraz da hazin bir kitap çünkü o kalbi kırılan kız lanetli ve hikayenin en başında annesi ölüyor. Gerçekten insanları hem güldürecek hem ağlatacak bir kitap yazmak istedim ve bunu da birazcık yapabildiğimi düşünüyorum.
Seni bir yandan ‘garden library'indeki ördeklerinle tanıyoruz. Aslında seni olduğun hayatın içinde izlemek de bir hikayeyi takip etmek gibi görünüyor.
Çünkü öyle yapmak zorundayım. Instagram ve TikTok gibi platformlarda insanlar biraz da Truman Show gibi bir hikaye izlemek istiyorlar. Benim bu arada internette paylaştığım her şey doğru. Ben sadece ne anlatmak istiyorsam onu hikayeleştirerek anlatıyorum. Ama o kütüphane kapısı, biz bu evi aldığımızda griydi. Ben onu pembeye boyadım. Kurumsal hayatta gri renkten öyle sıkılmıştım ki! Sonra o böyle çok ikonik bir şey haline geldi. Instagram'da gerçekten böyle bir tepki görmesini beklemiyordum ama bence tüm insanlar benim gibi hissediyor. Bence herkes hayattan, çalışmaktan yorgun ve ben o kahveyle oraya giderken insanlar beni izlediklerinde bence kendileri de bunu yapıyormuş gibi hissediyorlar. Bana böyle haftada en az üç mesaj geliyor. ‘Telefonuma senin videolarını indirdim, pazartesi sabah işe giderken izliyorum, beni sakinleştiriyor’ diyenler oluyor. Çok mutlu oluyorum.
Ova Ceren'in kitabı söyleşi yapıldıktan kısa süre sonra yayınlandı. Kitap Amazon, Waterstones gibi büyük yayıncılardan temin edilebilir.


