Biyoloji, fizyoloji, nörobilim alanlarında uzun yıllar araştırmalar yapan Prof. Dr. Sinan Canan,
Brüksel merkezli Mind Hub ile zihinleri birleştirmeyi, farklı kültürlerle birebir iletişim halinde olmayı hedefliyor. Canan ile hem Mind Hub’ı hem de aidiyet duygusundan yola çıkarak yurtdışında yaşamanın farklı etkilerini konuştuk.

Prof. Dr. Sinan Canan uzun zamandır kaos teorisi, karmaşıklık, fraktal geometri gibi genel bilimsel konuların yanı sıra, öğrenme, lisan, zihinsel performans, yaratıcılık, sanat, inançlar, eğitim, ebeveynlik gibi temel konuların nörobiyoloji açısından açıklamaları üzerine konferans ve eğitim programları düzenliyor. Prof. Dr. Canan’ın 2017’de Türkiye’de kurduğu Açık Beyin Eğitim ve Araştırma Merkezi’nin artık yurtdışında bir ayağı daha var: Brüksel merkezli Mind Hub Derneği… Canan derneğin kuruluş amacını şöyle özetliyor: ‘Her kültür ayrı akan bir nehir gibi… Birleştirdiğiniz zaman büyük bir sele, büyük bir akıma dönüşebilir. Biz bunun peşindeyiz. Herkesin kendi kabuğuna ve yankı odasına çekildiği bir dünyada tanışıp konuşmanın, kendi kültürümüzün dünyaya fayda sağlayacak bakış açılarını anlatmanın, acil ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.’
Uyum sağlama becerisi ve sosyalleşme insanın genetik kodlarında var mı?
Diğer tüm canlıların kendilerine göre ihtiyaçları ve ortamları var ama insan belli bir habitata bağlı olmayan tek canlı. Gittiği her yeri kendi yaşamına uydurabilecek bir zekâ kapasitesi var. Bu zekâ kapasitesinin de en önemli bileşeni her ne kadar bunu matematik, fizik çözmek gibi algılasak da en kuvvetli olduğumuz yer, sosyal ilişkiler kurabilmek ve birlikte hareket edebilmek. Beyni bedenine göre en büyük hacme sahip canlılardan birisiyiz. Hatta birincisiyiz. Bu hacmin sebebini incelediğimizde çok net görüyoruz ki beynin büyük kısmı sosyal ilişki becerilerine dair yeteneklere ayrılmış ve birçok devremiz bununla ilgili olarak çalışıyor. Mesela gerçekten birbirimizin duygularını çok iyi anlayabiliyoruz. Dil diye sembolik bir araçla iletişim kurabiliyoruz, anlatılar, kültürler oluşturabiliyoruz. Bunu nesilden nesile aktarabiliyoruz ve gittikçe biriken bir bilgi ve tecrübeyle çok daha yetkin hale gelerek diğer bütün canlılardan ayrılıyoruz. Tabiri caizse insanı süper organizma statüsüne yerleştiren şey, aslında bu birlikte hareket edebilme becerisi. Bunun içerisinde bir önemli unsur daha var. Her birimizin benzersiz ve diğerlerinden farklı olması. Bu benzersizlik hepimizin başka bir şeyi daha iyi yapabilmesini sağlıyor ve biz bir araya geldiğimizde çözümsüz görünen sorunlara bile inanılmaz çözümler bulabiliyoruz. Tekil insan zihinlerinin çözüm bulma yeteneği çok sınırlıyken kafalar bir araya geldiğinde birlikte hareket ettiğimizde çok fazla sorun çözebiliyoruz. Şimdi bu, insanın tarihinde o kadar önemli bir yer tutmuş ki fiziksel olarak da zihinsel olarak da duygusal olarak da diğer insanlarla birlikte bir topluluk içinde bulunmaya adeta ince ayarlanmışız ve kendimizi topluluk içerisine ait hissetmediğimiz zaman büyük bir korkuya, boşluğa, hiçliğe veya paniğe kapılabiliyoruz. Mesela uzun süre yalnız kalan insanların erkenden hastalanıp öldüğü çok bilinen bir tıbbi gerçek. Uzun yaşayanların az ama güvenebildikleri birileriyle temasta olduklarını biliyoruz.
Bu durumda sınırlı ya da az sosyalleşme beyne zarar veriyor diyebilir miyiz?
Alzheimer, demans gibi beyin hastalıkları zaten yalnızlıkla beraber riski artan hastalıklar. Yalnız kaldığı zaman insan kendini kötü hissediyor, hasta oluyor. Bu bize biyolojik, duygusal ve psikolojik olarak diğerleriyle bağlantılı kalmamız gerektiğini gösteriyor. Yani evrimsel, yapısal ayarlarımız böyle. İnsan ne kadar özgür ruhlu, maceracı vs olursa olsun kendini bir yere, bir şeye, bir gruba ait hissetmek zorunda kalıyor. Yani böyle bir güdümüz var temelde. Birkaç nesil önce yurt dışına göçmüş, orada aslında kendi öz kültüründen tamamen farklı bir kültür içerisinde kendince tutunup yeni bir yaşam kurmuş ama bunu gelecek nesillere aktarma konusunda biraz da tek başlarına kalmış insanların çok farklı sorunlar yaşadığını yıllardır biliyoruz. Tabii ki bu aidiyet probleminin en hızlı çözümü, insan kültürünün binlerce yıldır yaptığı gibi kendi içine doğduğumuz kültürün hem coğrafyamıza hem anlatılarımıza bağlı olarak değerlerini almak ve o değerleri benimseyerek kendimizi onun içerisinde rahat ifade edebilmek ve böyle yaşamak. Çoğumuz başka bir yere gittiğimizde hemen yuvaya, rahat olduğumuz alana dönmek istiyoruz.
Fakat bu mesela benim gibi ömrünü hep belli bir kültürün içinde geçirmiş bir insan için anlaşılabilir. Avrupa’da eğitim vermeye başladığım ilk zamanlarda çok da anlayamadığım bir fenomene rastladım. Doğma büyüme iki nesildir oralı olan insanlar Türkiye’yi özlüyorlar.
Aidiyet hissi hikâyede kalıyor
Yaşamadıkları bir hikâyeye bağlanmak gibi mi?
Evet, bütün gelişimlerini yurt dışında geçirmiş, oranın kurallarıyla büyümüş, oranın kültürü içerisinde serpilmiş olmalarına rağmen hep böyle bir vatan özlemi, bir gurbet söylemi… Arka planda bunları sürekli duyuyorsunuz ve burada da bir örüntüyle karşılaşıyorsunuz. Mesela belli bir zamandan sonra Türkiye’ye göçmeye karar veriyor insanlar ve çok kısa bir süre sonra tekrar doğdukları yere geri dönmek durumunda kalıyorlar. Çünkü Türkiye’deki o düzene uyum sağlayamıyorlar. Aslında buradaki aidiyette bir çarpılma izliyoruz. Bir hikâyeye aidiyet var ama o hikâyenin gerçek yaşamda karşılığı yok. Dolayısıyla bu, insanlarda zihinsel ve sosyal bir sorun yaratıyor. İçinde bulundukları toplumla rahat alışveriş kuramıyorlar. Bu rahat alışveriş olmadığında kendi içlerine kapanarak kendi alt kültürlerini oluşturuyorlar ve hikâyesel olarak bağlı oldukları ülke veya toplumla da net ve akıcı bir ilişkileri olmadığı için oradaki gelişme ve değişimlerden de çok haberdar değiller. Böyle olunca aslında boşlukta izole vaziyette kalmış bir alt kültür oluşuyor ve bu alt kültür maalesef hareketleri, vizyonları, hedefleri hayalleri oldukça kısıtlayıcı bir probleme dönüşebiliyor zaman içerisinde.
Entegrasyon sonraki nesillerde de sorun olmaya devam ediyor yani…
Gençler içine doğdukları kültüre doğal olarak adapte olmak istiyorlar. İnsan kelimesi ünsiyetten geliyor. Biz çok hızlı uyum sağlayabiliriz aslında. Fakat bu adapte olmanın önünde orada doğup büyümüş olmalarına rağmen başka bir kültürel anlatıya sahip olduklarından dolayı farklı engeller var. Mesela inanç engelleri var. Kültürel köken engelleri var. Deniz Ülke Arıboğan'ın ‘seçilmiş travmalar ve seçilmiş zaferler’ dediği bazı hikayelerimiz var. Mesela bir İstanbul’un Fethi hikayesi Avrupa’da başka anlatılır, Türkiye’de başka anlatılır. Dolayısıyla yavaş yavaş bu öykülerle aktüel hayat çatışmaya başlayınca kişiler şunu hemen fark ediyorlar, bu toplum tarafından kabul görmeleri zor. Çünkü başka bir hikâye ile oradalar ve bu zorluk otomatikman yuvaya dönüş dediğimiz mekanizmayı tetikliyor. Fakat buradaki sorun yuvayla organik bağlantı yok. Yani anayurtla o hikayelerin geldiği yerle tam bir fiziksel bağlantı bir ünsiyet, bir alışkanlık yok. Dolayısıyla burada bir ikilem yaşanıyor. Bizim yıllardır entegrasyon, entegrasyon diye aradığımız aslında anlatmaya çalıştığımız ya da tetiklemeye çalıştığımız davranış, sıklıkla asimilasyonla karıştırılıyor. Yani bir toplum içerisinde yok olmak gibi. Halbuki ben yıllardır çok basit bir şeyin propagandasını yapmaya çalışıyorum. Bizim Türkiye kültürü o kadar köklü ve önemli bir kültür ki gerçekten gençlerimizi doğru anlamıyla kendi kültürüyle donatabilirsek ve bu gençlerimiz, bu insanlarımız diğer dünya insanlarıyla doğru iletişim kurabilse o insanlara verebileceğimiz çok fazla şey var. Çünkü dünyanın ihtiyacı olan birçok taze bakış açısı bizim kadim kültürümüzde aslında saklı ve bu çok kıymetli.
Sonradan yurtdışına taşınıp gittiği yere uyum sağlasa da ‘Ne orada oluyor ne burada…’ diyenler de var…
Çeşitli nedenlerle yurtdışında başka fırsatlar bulunduğu için ülkesini değiştiren insanların da alışık oldukları düzeni tamamen bilinç dışı olarak arzulamaları, bu konfor alanı dediğimiz rahat ettiği yere gitme özlemini arada bir duygusal olarak hissetmeleri hiç şaşırtıcı değil. Hele ki işler iyi gitmediğinde planlar tutmadığında, ekonomik, sosyal ya da sağlıkla alakalı bir problem olduğunda, insanların sıklıkla psikolojide regrese olmak dediğimiz eski hale dönme arzusu kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. Tekrar vatana dönüldüğünde ise aslında bu arzunun sanal olduğu kolayca anlaşılır. Bu sadece durumsaldır. Bu hisleri yönetebilmek için insan nerede yaşıyorsa orada yaşam doyumunu arttıracak bir takım rutin ve ritüelleri hayata geçirmeli.
‘İyi hissetmek elimizde’ kısmı biraz zor öğreniliyor…
Bu biraz bizim kültürün arızası. Bizi iyi edecek ya da mutlu hissettirecek şeyleri dışarıdan bekleme eğilimindeyiz. Böyle büyütülüyoruz. Biz hep ortamdan şikâyet ediyoruz. Her türlü imkân verilsin, havalar güzel olsun, işte sağlığım iyi olsun, param olsun, sonra ben coşarım… O zaman herkes coşar zaten. Önemli olan insanın kendi içsel motivasyonunu diri tutup kendi hayatına ‘Evet, ben bunu kendim yaşıyorum ve yapıyorum’ diyebileceği bir etkinlikle müdahale edebilmesi, bir fail olarak hayatta bulunabilmesi.
Yurtdışında doğup büyüyenlerin kendi hayatının iplerini eline almakta sorunu yok mu?
Onların kendi hayatlarında fail olmak ya da bir şeyler yapmak konusunda çok bir çekinceleri yok. Fakat özellikle gençler yaptıklarının karşılık bulamayacağından endişeliler. Etraftan o kadar çok benzer hikayeler duyuyorlar ki… Yani biz ne yaparsak yapalım burada yabancıyız ve kabul edilmeyiz öyküsü çok hızlı bir şekilde içselleştiriliyor ve bu da insanların bu konuda mesafe almalarını çok engelleyen bir kendini gerçekleştiren kehanete dönüşüyor. İyi olduğunuz bir alanda özverili biçimde ve en önemlisi de etrafınızdaki yani içinde yaşadığınız topluluğa mensup olan insanlara katkı yapma, artı değer sağlama yönünde hareket ettiğinizde nerede olursanız olun insan toplulukları sizi kucaklar. Bu kesin bir bilgi… İnsanın en net tavırlarından biri kendisi için bir şey yapana minnet ve güven duygusu beslemesi ve onlar için fedakârlık yapmaya istekli olması. Fakat biz genellikle içinde yaşadığımız toplumun bize bir şey vermesini bekleyerek ömür geçirmeye şartlandırıldığımız için çoğu zaman ‘Bunlar zaten bizi kabul etmeyecek. Burası zaten yabancı bir ülke. Ben burada gurbetteyim’ gibi söylemler maalesef insanın kendi içsel sabotaj mekanizmalarına dönüşebiliyor ve çoğu arkadaşım çok inanılmaz katkılar yapabilecekken enerjilerini maalesef bu endişelerle biraz boşa harcıyorlar.
Bu öğrenilmiş çaresizlik nasıl aşılır?
Bunun çaresi kişisel düzeyde gaz vermek değil gerçekten hipnotik dil kalıplarından kurtulabilmiş insanların sıklıkla bir araya gelip birlikte birbirlerine destek ve örnek olmalarından geçiyor. Doğru rol modelleri devamlı önde tutarak ‘Bakın bu insanlar çalıştı, başardı. Siz de yapabilirsiniz’ derseniz bu sorun çok kolay aşılabilir. Bir insan bulunduğu yere ‘Ben buraya ne verebilirim’ diye bakarsa hayatındaki her şeyin değişeceğine eminim. Benim hayatım öyle değişti. Ben bütün koşulların bana göre olmasını beklerken çok boşa zaman geçirdim. Sonra dedim ki ‘Acaba ben ne yapabilirim? Çok şükür şu anda çenem kapanmıyor. Hayat bu kadar kolay. Sadece bir bakış açısı değişikliğine ihtiyacımız var ama bunu tek başına insanlar yapamıyor diye lütfen kızmayalım. Bu kolay bir şey değil. Birbirimize destek olmak durumundayız.
Başka dillere ne kadar hâkim olursak olalım, duygularımızı anadilimizdeki kadar incelikli ifade edemiyoruz…
Bu bilimsel olarak bildiğimiz bir gerçek. Beynin gelişimi anneden doğar doğmaz ilk dört yıl içerisinde çok tuhaf bir dönemden geçiyor. Bu bizim bütün temel yaşamsal ve düşünsel becerilerin temelini edindiğimiz dönemdir. Bu kritik periyotta insan mesela çatal-kaşık kullanmak, giyinmek ya da konuşmak gibi temel becerilerden mahrum bırakılırsa insan o becerileri bir daha hiç öğrenemeyeceği şekilde kapanıyor. O süreç ya o süreçte öğrenilen şeyler adeta bizim temel yazılımımıza işleniyor. Lisan dediğimiz beceri çabasız olarak içine doğduğumuz kültürdeki sözel etkileşimleri taklit etmek yoluyla öğreniliyor beyin tarafından. Beyin doğar doğmaz, bunun kodunu çözebilecek çok harika bir mekanizmaya sahip. O dönemde en fazla maruz kaldığımız ve en derinlikli olarak kullandığımız dil, tabiri caizse zihnimizin zeminini oluşturuyor ve biz bunun üstüne biz zihin inşa ediyoruz. Aslında duygularımızı, zamanın geçişini, neden sonuç zincirlerini, oluşların birbirine bağlanmasını, yani akıl yürütme dediğimiz süreçleri tamamen dilimizle yapıyoruz. Mantığımız bile dilimize göre çalışıyor. Bu arada mantık kelimesi nutuk, yani konuşma kökeninden gelir. Dille ifade edilebilen argümanların zihinden geçirilme kurallarını temsil eder. İnsan ömrü boyunca 30-40 tane dil öğrenebilir. Bunun çok örnekleri var fakat ana diliniz her zaman ekstra avantajlıdır. Yeni öğrendiğiniz herhangi bir dili ana dilimiz gibi akıcı kullanmak için en az 2 ila 3 sene sadece o dili yoğun bir şekilde kullanacağınız zorlayıcı bir ortama ihtiyacınız var. Böyle olursa beynimizde normalde ikinci öğrendiğimiz dil birinci öğrenilen dilin hemen yakınında ama farklı bir alanda temsil edilir ve biz ilk başta tercüme yoluyla kullanırız.
Açık Beyin olarak Brüksel’de Mind Hub adında bir sivil toplum kuruluşunu hayata geçirdiniz. Türkiye dışı için planlarınız neler?
Biz Türkiye’de 10 seneden fazla bir süredir insanlığın temel sorunlarıyla ilgili, bütün dünyayı ilgilendiren meselelerle ilgileniyoruz. Mind Hub’ı 2019’da kurduk aslında ama pandemi başlayınca online olarak faaliyetlere devam ettik. Mind Hub zihinlerin birleştiği nokta anlamına gelen bir kelime ve bizim aslında temel mottomuz şu; konuşabildiğimiz sürece halledemeyeceğimiz sorun yok. Bizim problemimiz konuşamamaktan kaynaklanıyor. Sadece falancanın konuştuğu ya da Sinan Canan’ın konuştuğu bir dünyada da çok fazla çözüm bulamıyoruz. Sinan Canan başkalarının birbiriyle konuşmasına vesile olabilirse aradaki bariyerleri kaldırabilirse ve insanların bir insanlık derdinin etrafında bir araya gelmesini sağlayabilirse bunun hayırlı bir şey olacağını zannediyoruz ve dolayısıyla onun etrafında bir şey kurduk aslında. Amacımız global olarak bir içerik üretmek, dünya insanlarına hizmet vermek, Fakat faaliyetlerimizin ilk başta önemli bir kısmı tabii ki yurtdışında yaşayan Türk kökenli insanlara yönelik oldu. Bu da bana özellikle kendi kültürümün oradaki versiyonları üzerinden Avrupa’yı tanıma imkânı verdi.
Her kültür ayrı akan bir nehir gibi…
İlk buluşmalarınız nasıldı?
Brüksel’deki ekibimiz beni çok enteresan yerlere götürdü. Mesela köylerde bir turne yaptık. Cami derneklerinde söyleşiler yaptık. Benim için gerçekten çok öğreticiydi. ‘Bu insanlar bu konuyla ilgilenmez’ diye düşünülen konularda onların ilgisini görmek beni çok heyecanlandırıyor. Çünkü doğru anlattığınız zaman hakikatle ilgilenmeyecek hiçbir insan yok. Onu fark ediyorsunuz ve ben inşallah ömrüm elverdiği sürece bu yolun devam etmesini istiyoruz. Mind Hub ile bu yılı ağırlıklı olarak Avrupa ve Azerbaycan'da yapacağım faaliyetlere ayırdım. Brüksel’i üs yapmış durumdayım. Yeni eğitim faaliyetleri, yeni kamplar, yeni buluşmalar, konferanslar hatta özellikle iş insanlarıyla birlikte buluşmalar ve kongreler yapmayı planlıyoruz. 8 milyar insan burnumuzun dibinde büyük bir felaket durumunun sarı alarmıyla karşı karşıyayız. Bu sarı alarma dikkat vermek ve kaynaklarımızı birleştirmek zorundayız. Teknoloji bir yere kadar yardımcı olacak ama bence biz kendi değerlerimizi ve kültürümüzü dünya kültürüne katıp elimizden geleni yapmak zorundayız. Mind Hub’ın benim açımdan temel misyonu bu. Her kültür ayrı akan bir nehir gibi… Birleştirdiğiniz zaman büyük bir sele, büyük bir akıma dönüşebilir. Biz bunun peşindeyiz. Tanışıp görüşmek ve hasbihal etmek dışında başka bir ajandamız yok. Herkesin kendi kabuğuna ve yankı odasına çekildiği bir dünyada böyle bir şeyin acil ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Söyleşi Turkish Global Society'nin birinci sayısında yayınlanmıştır.