top of page

Hayatımın karşı kıyısı


Şöyle geriye dönüp çocukluğuma baktığımda, kendimi babamın Büyük Dünya Atlası'nın sayfalarında parmağımla kıtalar, denizler ve ülkeler arasında dolaşırken hatırlıyorum.


Zannedersem o yaştan beri beni en heyecanlandıran olgu, gideceğim yer değil de yürüyeceğim yol oldu. Yol boyu yutulan toz, yoldaşlar, ciğere çekilen kokular ve kimi zaman da yaşanan eziyet gidilecek yeri anlamlı kıldı. Kimi zaman çok kısa, kimi zaman da uzun olan yollar - illa ki ülkeler, denizler ya da kıtalar arası da değil, bazen iki semt arasında bir dolmuşun içinde kat edilen yol da olabilir - bana 'içsel yolculuğu' öğretti. İster Burma'nın kuzeyinde Tanrı'nın unuttuğu bir kasabada olayım, ister beter bir hastane odasında biraz sonra gireceğim ameliyata doğru tekerlekleri titreyerek ilerleyen bir sedyede, bu içsel yolculuk hissi çıktığım her seyahati anlamlı kıldı.


Her yolculukta, umutlarımı, hayal kırıklıklarımı, hatıralarımı, tecrübesizliklerimi, aldanmalarımı ama bir o kadar da sevgiyi ve merakı sırt çantama koydum. Her gittiğim yere kendimi de götürdüğümü unutmadım. Yol aslında başkaları olsa da ben günün sonunda hep kendime vardım.


YUNAN MİLLİ MARŞINI EZBERLEDİM


Şu bizim koca siyah beyaz televizyon, sonunda Datça'ya getirilince içimden bayram ettiğimi hatırlıyorum. Öyle ya artık Dallas mallas rahat rahat seyredilecek. O zaman öyle bugünkü gibi uydu yayını nerde!


Telden hallice bir antenle ne çekebiliyorsan o. Tabii ben bunu nereden bileyim, yaş 5 ya var ya yok... İnce ayarlar, aramalardan sonra karlı bir ekran yakaladık. Sesin esamesi yok. Sanki biri televizyonun içine girmiş ateşte cızbız köfte pişiriyor. UHF kanallarında manuel arama yapan çubuk, bizim biraderin parmakları arasında... Kerem, TRT'yi bulmaya çalışan zavallı bir kul değil de sanki para dolu kasayı açmaya çalışan bir gangster edasında. Ah! Karlı ekran bir an için kısmen pürüzsüzleşiyor, karşımızda bir spiker... Koşup biraderi mi öpsem yoksa televizyona mı sarılsam bilemiyorum. Fakat bu işte bir gariplik var. Bu Türkçe değil ki!


Biz TRT’yi bulacağız derken karşımızda ERT, yani Yunanistan’ın TRT’si! Meğerse şu benim denize her girişte 'hayırlı sabahlar' dediğim karşımda duran kara parçası Yunanistan diye bir ülkeye aitmiş, hem de adı Simi ya da Sömbeki'ymiş de benim haberim yokmuş.

Artık sabah akşam ERT seyrediyoruz. 'Kalispera', 'proto programa', 'ena, dio...', 'Turkiyas', 'Andreas Papandreu'... Gece 12 olunca önce derinden bir kaval ve sonra da keçilerin çıngıraklarının sesi, ardından dalgalanan Yunan bayrağı ve milli marş... ERT ile o kadar haşır neşir olduk ki bir süre sonra ben Yunan milli marşının melodisini bile ezberledim. Hala bilirim, arada mırıldanıp Yunanlı dostlarımı epey şaşırttığım olmuştur.


BİZİ AYIRAN SINIR DEĞİL PAYDAŞ


Şu bizim karşı adaya farklı bakar oldum o günden sonra. Timsah sırtını andıran görüntüsü ile Simi’nin Datça Yarımadası’na bakan küçük adacığı Nimos'un gizemli tepelerine saatlerce dalar, düşünür dururdum. Beş yaşında ben, ayaklarım suda başım mavi göğe değerken, gün gelecek ve yıllar sonra kuzeyde Britanya adlı bir adaya göç edeceğim hiç aklıma gelmemişti!


Karşı kıyıya, bir gün ona ulaşacağımı düşünerek hep heyecanla baktım. Bizi ayıran denizin bir sınır değil, beraber yıkandığımız bir paydaş olduğunu hep düşündüm.


Tabii, o günler şimdiki gibi değildi. Ege Denizi kaynıyordu. Yunan dedin mi, düşman... Oysa o yaşta bana hiç öyle gelmediğini söyleyebilirim. Bizim gibi gürültücü, eğlenceli, kızdı mı kızan, güldü mü gülen bir millet benim ERT'de gördüğüm... Hem şarkılar türküler aynı... Göbek atanlar, horon tepenler… Filmler bile ha bizim Türk filmi... Ekrandaki jön Yunanca konuşmasa Ediz Hun bile olabilir.


Simi karşımda kimi zaman elle tutacakmış gibi yakın, kimi zaman sisler arasında duruyor. Bu kadar yakın ve bu kadar uzak nasıl olunur? Anlat bakalım bunu şu karşında duran beş yaşındaki çocuğa! İlkokul çağına gelince tarih derslerinde Yunanlılarla her daim takıştığımızı iyice öğrendim. Bir sabah yine Simi ile bakışırken korkunç bir gürültü koptu. Korkudan yere kapaklandım. Bir F-104 savaş uçağı neredeyse şemsiyelerimizi yalayıp geçti. ‘Yüzbaşı Volkan’ okuyoruz o yıllar. 'Heyoo aslanlar' diye sevinç gösterisi yaptık. Meğerse tükürüğümüz çok güçlüymüş, bir amca öyle dedi... Boğulacakmış Yunan milleti. Akşama arkadaki inşaat artıklarından yürüttüğümüz tahtalardan silahlar yapıldı. Başladı mı bir savaş mahallenin veletleri arasında. Öğrendik ya tükürüğün gücünü!


BENLİĞİM AKDENİZ SEVGİSİYLE DOLU


Yaş ilerledikçe Simi'nin gizemi benim için daha da arttı. Öyle ki karşı kıyıya gitme merak ve arzum kabardıkça kabardı! Bugün bile hala Datça’dan Simi’ye işleyen düzenli bir feribot yoktur ama seksenli yıllarda hiç mümkün değil öyle bugünkü gibi kalkıp gitmek oralara. Hem sürekli it dalaşı halindeyiz. Kıta sahanlığı lafını da o yıllarda duyuyorum. 12 mil, FIR hattı gibi, yine kulağıma çalınan anlamadığım bir sürü terim! Oysa, ERT'nin sayesinde midir yoksa başka bir sebepten mi benim çoktan kanım ısınmış onlara. O yıllarda okul hayatımızda fırtına gibi esen, IYS’in (International Youth Service) uluslararası penpal, yani mektup arkadaşlığı çılgınlığı vardı. Moralı Bob Youtos ile mektup arkadaşı olmam pek tesadüf değildi. Seksenlerde, bir Türk ile Yunan’ın birbirini tanımak için sempatiyle mektuplaşmak istemesi az görülen bir dostluk örneğiydi.

Yaş ilerledikçe ve bir türlü hayatımızdan çıkmayan ERT televizyonu ile öğrendik ki, yediğimiz içtiğimiz de aynıymış. Tzaziki, Pilaki, Musakka, Koftedaki, Boureki, Dolmades, Baklavas... Ve tabii ki Ouzo ve Rakı... Seninki mi daha iyi yoksa benimki mi? Tatlı çekişmeler bunlar. Keşke her çekişme böyle olsa!


Yıl 1990... İtalyan yönetmen Salvatores’in insanın yüreğini ısıtan, tatlı mı tatlı ve Oscarlı Mediterraneo'sunu izleyince, benliğimin tüm kılcal damarlarına kadar Akdeniz sevgisiyle dolu olduğunu keşfettim. Filmin çekildiği Kastellorizo yani Meis adası, Simi'ye gitme isteğimi daha da körükledi. 1994'te, sanki o hayal gerçekleşecek gibi oldu! Datça iskelesinde bir tekneci ile kaça götürürsün diye girilen muhabbetten 600 Alman Mark'lık bir hesap çıkınca, bizim de umutlar suya düştü. 9 mil gideceğiz alt tarafı, bu paraya o yıllar Amerika'ya uçuluyor. Tekneci bizi Rahmi Koç'un oğlu zannetti galiba!


BU KEZ SİMİ’DEN DATÇA’YA BAKIYORUM


Ne oldu bizim TRT'ye derseniz, 90’lı yılların ortasından itibaren sonunda kendisini kusursuz seyretmeye başladık. Hatta hayatımıza Star ve Show TV bile girdi, ama ERT'ye yine de göz gezdirmeden edemiyorum. Hava durumunu daha iyi veriyorlar. TRT bize en yakın şehir Muğla hava raporunu verirken, ERT'den hemen burnumuzun ucundaki adaların hava ve rüzgar durumunu öğreniyoruz. Bir de geceleri, karlı da olsa Mega adlı bir kanal çıkmaya başladı. Yabancı dizileri dublaj değil de orijinal yayınlıyorlar. İngilizcemiz gelişiyor. Yan eve gelen Alman ailenin kızı Helga ile münasebetlerimizi geliştirmemize faydası olduğu da kesin. Tabii ki Helga'nın Simi ile alakası yok, biz konumuza dönelim!


Yıl 1997... Kardeşim Ülkerzade Emre ile kapsamlı bir çalışmadan sonra Simi'ye gidebileceğimizde karar kılıyoruz. Beyoğlu Urban Cafe'ye takıldığımız gençlik günlerinde, göz aşinalığımız olan, arada sırada selamlaştığımız kızın konsolosluk çalışanı çıkması ve bizi tanıyarak kolaylık sağlaması Yunan halkına olan sevgimizi arttırıyor. İster inanın ister inanmayın, Yunanistan vizesini yarım günde cebe indiriyoruz.


Sıcak bir Temmuz sabahı ucu ucuna yetiştiğimiz deniz otobüsü ile Marmaris'ten yola koyuluyoruz. O yıllar Türklerin karşı kıyıya geçişi şimdiki gibi değil. Sayımız az. Hem hala birbirine her imkanda horozlanmaya devam eden iki politika... Pasaport geçişleri iki tarafta da kök söktüren cinsten. Ama halk arasına karışınca hemen elmanın iki yarısı oluveriyoruz.

Ve bir sabah, yıllar süren bir bekleyişten sonra beş yaşında karşı kıyıdan bakan aynı gözlerle Simi’nin Yiolos limanına merhaba dedim. Sanki seneler önce birbirini kaybetmiş iki dost gibi kucaklaştık. İçimdeki heyecan ve sevinç o kadar büyük ki... Pastel sarısı boyaları ile neo klasik tarzda yapılmış evler dik yamaçta resim gibi duruyor. O yıllarda öyle lafta sosyetik Manos'unun esamesi okunmuyor. Adam gibi yemek pişiren, kalamarı kalamar, mezesi meze, balıkçının ağlarını tamir ederken yan masanızda şarap yudumladığı küçük aile işletmeleri... Yıllarca karşıdan seyrettiğim Simi'den Datça'ya bakıyorum bu sefer. Beş yaşındaki halimle sanki göz göze geliyoruz!


'Turchi, Greci una faccia una razza'* diyorum yanımdaki İtalyana, gülüyor! (*Türk, Yunan; aynı yüz, aynı ırk).


KARŞI KIYI HEP AYNI


Çok hızlı gelişiyor her şey; ama bir bakıyorsun sanki hiçbir şey olmamış gibi geriye de gidiyor! Datça ve Simi iki kardeş gibiydi bir ara; karşılıklı feribot gider gelirdi. Datça'nın Cumartesi pazarında Yunanca duymak sıradandı. Sonra bizim tarafta vize dertleri iyice çileden çıktı; diğer tarafta mülteci korkusu o güzel mavi denize sınırlar koydu.


Biliyor musunuz yine de usumda bazı şeylerin hiç değişmediğini görmek hoşuma gidiyor. Artık ellilerinin başında bir adam olarak, sanki beş yaşındaki gibi yine ayaklarımı suya sokup Simi’nin timsah sırtı tepelerine uzun uzun dalıyorum.


Kulağıma komik sesler fısıldıyor rüzgar… Rakı'nın ouzo'ya beş bastığı iddiası! Baklava ustası Hristo'nun Gaziantep'e staja yollanması gerektiği! Ah şu Oniki Adalar'ı nasıl elimizde tutamamışız hayıflanması ve 'aman iyi olmuş burayı da batırırdık' demeler... Şu vize olmasa diye şikayetler! İki tek attıktan sonra efkar... Eski Rum komşular... Anılarda kalan isimler, yüzler… Ve Kazancakis’in o yanık sesi ‘Gianimi yiaktin Alim! Aman…!’


Karşı kıyı hep aynı… Yaş ha beş, ha elli beş!

Alim Erginoğlu, LinkedIn hesabından hem profesyonel hayata ilişkin tavsiye ve güncellemeleri, her cumartesi ise "Yurtsuz Yazılar" serisinden yeni bir yazıyı paylaşıyor.


bottom of page