Oxford’un ağustos havasında sokakları arşınlarken çocukluğumun sıcak yaz yağmurlarıyla şu an üstüme çiseleyen serin ve ürpertici yağmur arasında bir bağ kurmaya çalışıyorum… Geçmişin sıcaklığıyla bugünün serinliği arasında gidip gelen bu yağmur, aslında bir göçmen olarak ruhumda açtığım çizgilerin suyla dolmuş izleri gibi.
Kapıyı açtım, yağmur çiseliyor. On dokuz derece var yok. Sardunyalar Atlantik'ten gelen havayı bu mevsim seviyor. Merhaba dedim onlara, hele şu mora çalan yok mu! Yağmurun suyu, kaldırım ile yol arasında bir kaynak kadar berrak akıyor. Bu berraklık her seferinde beni şaşırtıyor! Çocukken yaz yağmuru yağdığında, gök sanki ortadan ikiye yarılırdı. Evrende ne kadar su varsa sanki tek bir noktada buluşur ve üzerimize çullanırdı. Hele ağustosta gelirse, o yağmur neredeyse hamam suyu denecek kadar ılık olurdu. Beş dakikaya kalmadan mahallenin ortasından, yer yurt tanımayan bir killi toprak, hardal rengi bir ton alarak kendini Ortaköy'e doğru salardı. Biz çocuklar, bu fırsatı kaçırmamak için annemizin 'nereye gidiyorsun?' sualini dinlemeden kendimizi sokağa atar, kısa sürecek ıslak ve çamurlu bir kargaşanın içinde bin bir oyuna ve hayale dalardık. Şimdi kaldırımda, üşüyüp üşümemek arasında kalmışken usumda çocukluğumu düşünerek ve bambaşka bir coğrafyada olduğumu fark ederek yürüyorum.
Gitmeyi düşünmek, hayal etmek güzel ama çok temel bir aksiyonu göze almanız gerekiyor; onun adı 'göç'. Göç, içinde bir paradoks barındırır. İnsan, yaşadığı yerden, köklerinden, alışkanlıklarından, dilinden vazgeçmek ister mi? İster, isteyebilir. Bunu sadece bir hayallin peşinden koşmak için değil mecburiyetten yapar. Çünkü kaçış bazen kurtuluş demektir. Ama bir taraftan da bu göç, başka bir tutsaklığa adım atmaktır. Hayalini kurduğun o yeni yer, belki de umduğun gibi çıkmayacak. Çünkü gittiğin her yerde, sen yine sensin. Bavuluna her ne kadar kıyafetlerini, kitaplarını, anılarını sığdırmaya çalışsan da içindeki 'sen'i de taşıyorsun. Kendi korkuların, kendi umutların ve kendi yüklerinle...
Her göç bedel ödetir
Ben bundan tam yirmi yıl önce bu kararı aldım. Tası tarağı topladım ve bir sabah ‘hanımköy’de uyandım. Oxford ismi havalı duruyor, değil mi? Ama her göç bir bedel ödetir. Ben de ödedim, hâlâ ödüyorum. Kusursuz bir göç olmayacağı gibi, kusursuz bir yer de yok! Çünkü her gittiğimiz yere kendimizi götürdüğümüzü, sırt çantamızda kendimizi taşıdığımızı unutuyoruz.
Ülkemde, ‘Kraliçe sizi kırmızı halıyla karşılıyor, zaten döviz kazanıyorsunuz, iyisin…’ gibi yorumlarla karşılaşınca hayrete düşüyorum.
Eğer konunun bu kadar basit olduğunu düşünüyorsanız, tavsiyem hemen bavulunuzu toplayın, uçak biletinizi alın, gelin! Arkanıza bile bakmayın! Ben sizi karşılayacağım, istediğiniz yere bırakacağım. İyi günümdeyim, kahveler de benden! Turist olarak gelmek, Piccadilly'de şatafatlı reklam panolarını seyretmek, Big Ben’de selfie çekmek, Royal Albert Hall'da konser dinlemek, rehber kitaplara konu olmuş uyduruk pub’larda servet fiyatına iki bira bir porsiyon "fish and chips" mideye indirmek, ancak sizi cüzdan olarak göç-ertebilir!
Ama göç, öyle değildir. Gerçekten sırtınıza küfeyi yüklediğinizde, hem kendinizden bedel ödersiniz hem de başkalarına bedel ödetirsiniz. İster en şatafatlısından 'expat' olun, ister 'gastarbeiter', her göçer kendini en iyi beyaz peynirin hasretini çekerken, ya da memleketin sulu can eriğini ararken, köhne bir mahallede, kargacık burgacık bir göçmen bakkalının dar rafları arasında bulur. Göz göze geldiğinizde, göçün insanı eşitlediğini hissedersiniz.
Burnuna iyot kokusu gelir diye…
Gurbet, aslında sadece bir ülke değil; kendi memleketimizde bir şehirden diğerine, bir mahalleden bir başkasına taşınmak da aynı duyguyu yaratır. Hatta bir iş değişikliği bile bu gurbet duygusunu tetikler. Göç, bazen hastalık, kayıp, doğal felaket, savaş ya da en temel olan insanlık hakkının yitirilmesiyle de oluşur. Bazen, benim gibi hanımköylü olmak da sizi gurbetçi yapar. Hepimiz bir şekilde gurbetçiyiz ister Harvard’da okuyun ister Brüksel’de taksi şoförlüğü yapın; Berlin’de kanadı kırık bir akademisyen ya da Kuala Lumpur’un arka sokaklarında bir dikiş emekçisi olun... Hepimiz uzaktayız; biraz sürgün, biraz balayı, bazen ‘tikka masala’ kokulu bir yolculuk…
Göçün edebiyata yansımaması mümkün mü? Bu içsel yolculuğu en iyi anlatanlardan biri, Demir Özlü’dür. Onun "Sürgünde On Yıl" adlı eserinde, göçün ve aidiyetsizliğin izlerini buluruz. Bir yandan eski İstanbul’u özlerken, diğer yandan modern dünyanın içinde kaybolmanın sancısını çekeriz. Bu, aslında her göçmenin hikayesidir; nereye giderse gitsin, bir parçanın hep geride kalması, hep eksik hissetmek, biraz da öteki... Hasret hatta Demir Özlü için öyle bir hal almıştır ki, burnuna iyot kokusu gelir ve buna yüreği dayanmaz korkusuyla kuzeyden İtalya’ya bile inmekten çekinmiştir!
Geride bırakılanlarla yüzleşmek
Aydın Engin göçün midesine yumruk gibi inişini okura "Ben Frankfurt’ta Şoförken" kitabında gösterir. Bu belki de yazılmış en trajikomik ve en gırgır göç anılarıdır. 12 Eylül sabahı Berlin’de bir otel odasında uyanıp memleketten gelen haberlerle göçün ağırlığını hissettiği an nasıl yıkıldığını okuduğunuzda burnunuzun direği sızlar. Göç, sadece yeni bir hayat kurmak değil; aynı zamanda geride bırakılanlarla yüzleşmektir. Bir gazeteci, oyun yazarı olarak gittiği Avrupa’da bir hamburgercide mutfak işçiliği, bir kağıt deposunda forklift operatörlüğü, hatta taksi şoförlüğü yaparak hayatta kalmaya çalışması, göçün insanı nasıl savurduğunun yansımasıdır.
İşte bu noktada, Alain de Botton’un "Heathrow’da Bir Hafta" kitabındaki o meşhur pasajı hatırlıyorum: Havaalanının devasa koridorlarında, bitmek bilmeyen güvenlik kontrollerinden geçerken, insanın hayatını tartıya koyduğu o anlardan birinin tam ortasındayım.
Göç, ne kadar özgürleştirici görünse de aslında hepimizi aynı yorgun, şaşkın ve kayıp yolculara çevirir. Gözlerinde hem yeni bir hayatın umudu hem de eski hayatın özlemi olan yüzler, bir terminalden diğerine geçerken, bir uçaktan inip diğerine binerken, aslında hep aynı döngüyü yaşarlar. Yolcunun Heathrow’da saatlerce beklerken içsel sorgulamalarla dolu bir seyahate çıkması kaçınılmazdır. Botton, bunu mizahi bir dille anlatır ama altında yatan derinlik, hepimizin bir yerlerde kaybolduğunu hatırlatır her birimize. Havaalanındaki bekleyiş, aslında göçün insanı nasıl da belirsizlikte bırakabileceğinin metaforudur ne tam burada ne de orada, sadece geçiş halinde olduğumuzu gözler önüne serer Botton.
Geçmişe giden tek şeritli bir köprü
Göç, sadece bir coğrafi hareket değil, insanın iç dünyasındaki fırtınaların da dışa vurumudur. Göçmenin dil, kültür ve aidiyetle olan sınavı, aslında her insanın kendisiyle olan sınavıdır. Her göç hikayesi, bir kayboluş ve yeniden doğuşun hikayesidir.
İşte şimdi, yaza rağmen deli bir insanın ruh hali gibi zırt pırt değişen Oxford’un ağustos havasında sokakları arşınlarken çocukluğumun sıcak yaz yağmurlarıyla şu an üstüme çiseleyen serin ve ürpertici yağmur arasında bir bağ kurmaya çalışıyorum. O zamanlar, gökyüzünden inen her damla, oyun dolu bir dünyanın kapısını aralardı. Şimdi ise her damla, beni geçmişin o masumiyetine geri götüren tek şeritli bir köprü oluyor. Ama farkındayım, sanki bu yağmur aynı yağmur değil. Çocukken yağmurun altında koşarken hissettiğim o saf neşe, şimdi yerini bir tür farkındalığa bırakmış. Yağmurun dokusu aynı olsa da taşıdığı anlam değişmiş; artık sadece bir doğa olayı değil, göçle şekillenen bir içsel yolculuğun yansıması. Geçmişin sıcaklığıyla bugünün serinliği arasında gidip gelen bu yağmur, aslında bir göçmen olarak ruhumda açtığım çizgilerin suyla dolmuş izleri gibi. Ve şimdi, bu damlaların her biriyle geçmişe bir adım daha yaklaşırken fark ediyorum ki aslında ben hep aynı yağmurun altında yürüyorum...
Alim Erginoğlu - Oxford/ İngiltere
Alim Erginoğlu Linkedin hesabı: https://www.linkedin.com/in/alim-erginoglu-19006a5/