Dinlenmiyorsak sorun bizim anlatım biçimimizdedir
- editor

- Jul 13
- 5 min read
Updated: Aug 17
Yazar, hikâye anlatıcısı ve danışman Sinan Sülün, anlatmanın gücünü iş dünyasından özel yaşama kadar her alanda yeniden tarif ediyor. Londra’da kurumsal yöneticilere hikâye anlatıcılığı eğitimi veren Sülün herkesi kendi hikâyesini keşfetmeye ve paylaşmaya teşvik ediyor.

Karahindiba ve Kırlangıç Dönümü kitaplarının yazarı, hikâye anlatıcısı ve danışman Sinan Sülün, sadece hikâyelerin gücüne inanıp onların peşine düşenlerden değil; herkesi kendi hikâyesini anlatmaya davet edenlerden ve yol gösterenlerden. Yıllarca kurumsal dünyada emek verdikten sonra yayınladığı romanlarının ardından tam zamanlı hayata veda edip Londra’ya taşınan Sülün, bu günlerde iş dünyasına, üst düzey yöneticilere ve büyük markalara hikâye anlatıcılığı eğitimleri veriyor.
Hikâye nedir, bir hikâyeyi değerli kılan nedir, onu anlatmanın incelikleri nelerdir ve bir hikâyeyi anlatabilmek bize ne kazandırır… Hikâyenin yol haritası üzerinde bir rehberlik Sinan’ınki. Sadece iş dünyası için değil, gündelik hayatımızda ve ilişkilerimizde de kendimizi anlatabilmenin, duyulabilmenin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatıyor.
Sinan Sülün, Londra yolculuğunu, hikâyecilikle olan serüvenini ve hepimizi kendi hikâyemizle barıştıracak ipuçlarını anlatıyor.
Sinan, seni tanımayanlar için bize kendinden bahseder misin?
Benim hikâyemde üç temel dönüm noktası var. İlki, 17 yaşında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni kazanmam ve orada tanıştığım insanlar sayesinde kendimi tanımam ve ne yapmak istediğime karar vermem oldu. Goethe’nin çok sevdiğim bir sözü var: “İnsan bir başkasında tanır kendini.” Benim de kendimi tanıdığım ve iktisatçı olmak yerine hikâye anlatıcısı olmaya karar verdiğim yer üniversite oldu. İkincisi, Marmara İletişim’de yüksek lisansa başlarken kültür-sanat dergilerinde çalışmaya başlamam. Bu dergilerde Yaşar Kemal, Orhan Pamuk, Ahmet Ümit, Aysel Gürel, Latife Tekin, Sezen Aksu gibi çok değerli isimlerle tanışmam, onlarla çalışmam ve bazılarıyla hikâye anlatıcılığı üzerine uzun sohbetler yapmam benim için büyük bir şanstı. Üçüncüsü ise dergilerden sonra uluslararası şirketlerde edindiğim deneyimler ve Robert McKee, Annette Simmons, Paul Smith gibi dünyaca tanınan hikâye anlatıcılığı uzmanlarıyla tanışmam oldu. Onların eğitimlerine ve seminerlerine katıldım. Tüm bu birikim, bana hikâye anlatıcılığının yalnızca edebiyatta değil, iş dünyasında da etkili bir araç olabileceğini gösterdi.
Ne zamandır Londra’dasın? Seni buraya getiren şey neydi ve bu yolculuk nasıl gidiyor? Sana neler kattığını düşünüyorsun?
Dört yıl önce geldim Londra’ya. Aslında buraya gelişimin temel sebebi yeni bir deneyim yaşamak ve İngilizcemi geliştirmekti. Ama zamanla bu yolculuk bambaşka bir şeye dönüştü. Storytelling alanında dünyaya daha yakından bakmak, buradan merkezli olarak global ölçekte neler yapabileceğimi görmek istedim. Londra bana çok şey kattı. Çok kültürlü yapısı sayesinde farklı anlatım biçimlerini, iletişim tarzlarını ve düşünme şekillerini gözlemleme fırsatı buldum. Ayrıca Londra sadece coğrafi değil, entelektüel olarak da bir merkez. Tiyatrodan edebiyata, iletişimden teknolojiye kadar her alanda sürekli bir üretim ve paylaşım var. Bu da düşünce yapımı ve anlatım dilimi epey zenginleştirdi.
ANLATMAYI YENİDEN ÖĞRENMELİYİZ
Birçok seviyeden yöneticiye ve birbirinden farklı kurumlara hikâye anlatıcılığı eğitimleri veriyorsun. Hikâye nedir? Bunun nasıl anlatıldığı neden bu kadar önemli?
İş dünyasında hikâyeleştirmenin bu kadar öne çıkmasının en önemli nedenlerinden biri, Johan Hari’nin Çalınan Dikkat kitabında çok net biçimde ifade ettiği gibi, yaşadığımız çağın dikkatimizi sistematik olarak elimizden alması. Günümüzde yapılan birçok bilimsel çalışma hem dinleme hem de odaklanma yetilerimizin ciddi biçimde zayıfladığını gösteriyor. İnsanlar sadece daha az dikkat etmiyor; aynı zamanda duyduklarını daha az anlıyor ve daha hızlı unutuyor. Hikâyeleştirme ise tam bu noktada devreye giriyor. Çünkü iyi kurgulanmış bir hikâye, dikkat çeker, duygu uyandırır ve hafızada kalır. Ben de bu alandaki çalışmalarımda, hikâyeleştirmenin yalnızca ilham veren bir anlatı biçimi değil; aynı zamanda sistemli, teknik temellere dayanan güçlü bir iletişim yöntemi olduğunu göstermeye çalışıyorum. Bu yüzden kendi yaklaşımımı dört temel sütun üzerine kuruyorum: Hikâye Algoritmaları, Metafor Sanatı, Retorik Teknikleri ve Sunum-Konuşma Mimarileri.
Bu sütunlar nasıl bir işleve sahip?

Bu dört yapı taşı, hangi pozisyonda ya da sektörde olursak olalım, etkili ve ikna edici bir anlatı kurabilmemiz için bize bir yol haritası sunuyor. Ben şuna inanıyorum: Eğer insanlar bizi dinlemiyorsa, sorun onlarda değil, bizim anlatım biçimimizdedir. Bu yalnızca iş hayatı için değil, özel hayatımız için de geçerli. Partnerimiz, çocuğumuz, arkadaşımız bizi duymuyorsa, anlatmayı yeniden öğrenmemiz gerekiyor. Çünkü bu çağda hepimiz bardaktan boşanırcasına bilgiye ve uyarana maruz kalıyoruz. Böyle bir dünyada sade, güçlü ve anlamlı bir hikâye anlatabilmek, belki de kurabileceğimiz en insani bağlardan biri.
İNSAN, KENDİNİ TANIMADAN ANLATAMAZ
Kendimizi ve hikâyemizi anlatmaya dair yaptığımız en yaygın, en büyük hatalar neler? Önereceğin gündelik pratikler olabilir mi?
İnsanın kendini anlatması, sanıldığı kadar kolay değildir. Sizi hiç tanımayan birine kendinizi ifade etmeye çalışmak, bir cambazın ip üzerinde yürümesine benzer; çünkü bu anlatının hem alçakgönüllü kalması hem de kişinin yetkinliklerini gösterebilmesi gerekir. İşte bu ikili denge, çoğu zaman ya aşırı tevazuya ya da istemeden kibre kayar. En yaygın hatalardan biri, kişinin kendini sıfatlarla tarif etmesidir: “Çalışkanım, analitiğim, çözüm odaklıyım” gibi. Oysa bu tür tanımlamalar hikâyeye dönüşmediğinde dinleyicide hiçbir iz bırakmaz. Çünkü insan zihni kelimelerle değil, görsellerle çalışır. Görselleştirilmemiş hiçbir anlatı, zihinsel bir yer edinmez. Bu noktada hikâye anlatıcılığı devreye girer. Hikâyeyle kurulan anlatılar, duyguyu ve görsel belleği bir araya getirir. Örneğin “analitik biriyim” demek yerine, “Ben biraz Sherlock gibiyim, detayları kolay kolay atlamam” dediğinizde, karşınızdakinin zihninde bir resim oluşur. Benzer şekilde, hedef kitlenizi iyi tanımanız gerekir. Z kuşağına mı, tepe yöneticilere mi konuşuyorsunuz? Aynı çekirdek hikâye farklı hedef kitlelerde farklı katmanlarla anlatılmalıdır. Retorik teknikleri burada çok işe yarar; üçlemeler örneğin, anlatıyı sadeleştirir ve ritim kazandırır: “Yaratıcı, yenilikçi, yapıcı” gibi. Kimi zaman da anlatınız bir bağlama ihtiyaç duyar. Bu bağlamı ilham aldığınız bir rol model üzerinden kurabilirsiniz. Anlattığınız değerleri, bu kişi üzerinden somutlayarak daha anlamlı ve etkili kılabilirsiniz. Ama tüm bu tekniklerden de önce gelen bir şey var: öz farkındalık. Çünkü insan, kendini tanımadan anlatamaz. Bu yüzden kendine dışarıdan bakabilmek, zaman zaman sessizleşmek, aynaya gerçekten bakmak gerekiyor. Belki de bu yüzden Delfi Tapınağı’nın girişine kazınan o kadim öğüt, bugün hâlâ geçerli: “Nosce te ipsum” — Kendini tanı.
HİKAYELER KENTİ LONDRA
Kurgusal kitaplarınla başlayan yolculuğun podcast ve hikâye anlatıcılığına dair kaleme aldığın kitabınla sürüyor. Kurgusal dünyaya geri dönecek misin?
Evet, kurguya dönmek istiyorum. Aslında orası benim iç sesimle en çok buluştuğum alan. Ama son yıllarda daha çok iş dünyasına yönelik içerikler üretmeye, eğitimler vermeye ve yazılar yazmaya odaklandım. Bu yüzden kurgusal yazıya yeterince zaman ayıramadım. Şu an önceliklerim farklı ama içimdeki o sesi duyuyorum. Muhtemelen bu yılın sonunda ya da gelecek yılın başında yeni bir romana başlayacağım.
Peki, hikâye anlatıcılığıyla ilgili Londra sana ne kattı? Burada ‘hikâye’ye yaklaşım nasıl?
Londra bana hikâyenin sadece anlatılmadığını, yaşatıldığını da gösterdi. Burada hikâye bir iletişim tekniği değil, bir yaşam biçimi gibi. Müzelerden metrolara, parklardan markaların iletişimine kadar her yerde hikâyenin bilinçli bir şekilde kurgulandığını görüyorsunuz. Kew Gardens’da yaşlı bir meşe ağacı için yapılmış bir enstalasyon dikkatimi çekmişti. Belki başka bir yerde sıradan bir ağaç olarak kalacak bir varlık, burada bir anlatıya dönüştürülmüştü. Aynı şekilde arı kovanı üzerine inşa edilmiş bir yapıda hem mimari hem bilim hem duygu vardı. O an şunu düşündüm: Bazı yerlerin çok hikâyesi olur ama anlatamaz. Bazı yerlerse az hikâyeyi çok iyi anlatır. Burada hikâye, reklamdan şehir planlamasına, çevre politikalarından kamusal alana kadar pek çok alanda stratejik olarak kullanılıyor. Hikâyeye duyulan entelektüel saygı çok yüksek.
BU KİTAPLARA MUTLAKA GÖZ ATIN
Bu konuyla ilgili ‘herkesin mutlaka göz atması gerek’ dediğin kaynaklar var mıdır?
Evet, mutlaka göz atılması gereken birkaç temel kaynak var. Bunlar hem düşünsel arka planı güçlendiriyor hem de pratikte işe yarıyor:
Carmine Gallo – Talk Like TED
İyi bir sunumun sadece içerikten değil, anlatımdan da beslendiğini çok net bir şekilde anlatıyor.
Paul Smith – Lead with a Story
İş dünyasında hikâye anlatımını liderlik, satış ve iletişim bağlamında çok iyi örneklerle açıklıyor.
Nancy Duarte – Resonate
Sunum yaparken hikâye kurgusunun nasıl kurulacağını anlatan güçlü ve görsel odaklı bir kaynak.
Sinan Sülün – İş Hayatında Hikâyeleştirme
Kendi kitabımı izninizle ekliyorum. İş dünyasında hikâyeleştirmeyi bir iletişim aracı olarak nasıl kullanabileceğimizi, örneklerle ve tekniklerle anlatan bir rehber.
Ve tabii bir yazar daha var ki, onu ayrı bir yere koyuyorum:
Eduardo Galeano – Hikâye Avcısı ve tüm kitapları
Galeano’nun metinleri kısa, sade ama çok etkileyici. Hem gündelik hayatta hem de profesyonel sunumlarda kullanılabilecek hikâyelerle dolu. Sadece okumak için değil, düşünmek için de çok iyi bir kaynak.
Sinan Sülün'ü ve çalışmalarını LinkedIn hesabından takip edebilirsiniz: https://www.linkedin.com/in/sinansulun/
