top of page

İçimizdeki boşlukla yaşamanın da bir tadı var

Writer's picture: editoreditor
Yoga eğitmeni ve çok dilli romanlarıyla milyonlara ulaşan Defne Suman, dünyayı tavaf eden bir yazar olarak hasret, göç ve içimizdeki boşlukla barışmanın hikayesini anlatıyor: “Sürekli doldurmaya çalışmak yerine böyle kremalı bisküvi gibi ortası boş yaşamak da güzel.”
Fotoğraf Defne Suman'ın Instagram hesabından alınmıştır.
Fotoğraf Defne Suman'ın Instagram hesabından alınmıştır.

‘Dünyaya sadece dünyaya ait olmak için gelmiş birini göster’ deseler işaret edeceğim kişilerden biri Defne Suman olur. 25’ten fazla dile çevrilmiş romanıyla yazar, 10 yılı geride bırakan hocalığıyla yoga eğitmeni, 20 yıldan uzundur dünyayı tavaf edişiyle göçmen Defne Suman; ürettiği ve katkı verdiği her şeyle bir yolculuk, bir hikaye ve ilham taşıyor. Tüm üretimleri birbirini besliyor. Emanet Zaman, Kahvaltı Sofrası, Mavi Orman, Yaz Sıcağı, bugün hayatına Atina’da devam eden yazarın eserlerinden bazıları.


Defne Suman, 20 yıl önce Tayland’da gönüllü öğretmenlikle başlayan yolculuğunun kendisini nasıl yoga eğitmenliğine ve yazarlığa getirdiğini anlatıyor. Kendi hikayesini anlatırken dillerle, ülkelerle, kitaplarla ve kendimizle ilişkimizin bizi kimlere dönüştürdüğüne dair de üzerine düşünmelik tohumlar ekiyor. Bizi her şeyle ve herkesle barışmaya çalışmadan önce, kendimizle ve içimizdeki boşluk duygusuyla barışmaya davet ediyor ve “Sürekli doldurmaya çalışmak yerine ortamızda o boşlukla, böyle kremalı bisküvi gibi ortası boş yaşamanın da bir tadı var” diyor.


NENEMİN VERDİĞİ 100 DOLARLA YOLA ÇIKTIM


İstanbul’dan dünyaya açılış hikayeni anlatır mısın? Göçmenlik nasıl başladı, şu an o yolculuğun neresindesin?

2000 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde master'ı bitirdim. Orada aynı zamanda araştırma görevlisi olarak çalışıyordum. Lisansı da orada okumuştum. Yani orası benim yuvamdı. Doktora programı olsa onu da orada yapardım ama özellikle açmıyorlar ki bizim gibi orayı ev bellemiş öğrenciler biraz dünya görsün, görgü edinsinler. Bizi Amerika'ya veya İngiltere'ye doktoraya yolluyorlardı ve ben de o sene üniversitelere başvuruda bulundum. Birkaç tanesinden kabul geldi. En iyi kabul de University of California Los Angeles - UCL diye bildiğimiz üniversitenin sosyal antropoloji bölümünden, 8 senelik, tam burslu, şahane bir doktora kabulüydü! O noktada ben, “Gerçekten bunu mu yapmak istiyorum, 8 senemi buna vereceğim. Akademide mi kalmak istiyorum? Benim üretim alanım akademik metinler mi olsun?” gibi, hayatımın herhalde en büyük krizini yaşadım ve o kriz sonucunda bilenlerle, gidenlerle, gitmeyenlerle konuştum. En sonunda gitmemeye karar verdim ve o bursu kibarca reddettim. Ne yapacağımı da bilemediğim için bir sene sonra apar topar sırt çantamı toplayıp Doğu’ya doğru yol almaya karar verdim çünkü Batı’ya gidebilecek bir param yoktu. Ben de bari paramın yettiği ölçüde Doğu’ya gideyim, dedim. Param dediğim de o sırada nenemin bana verdiği 100 dolardı. Sırt çantamla Tayland'a doğru yola çıktım çünkü orada bir gönüllü İngilizce öğretmenliği işi bulmuştum. Ülkeden ilk çıkışım 2002, çıkış o çıkış daha hala dönmüş değilim. 20 senedir böyle dünyayı tavaf etmekle meşgulüm.


YOGA YAPMASAM YAZAMAZDIM

Defne Suman ve Nida Dinçtürk
Defne Suman ve Nida Dinçtürk

Defne benim aklımda iki şeyle çok bağlantılı: Bir yogayla bir de yazarlıkla. Muhtemelen yoganın tohumlarını Tayland yolculuğunda attın, değil mi?

Evet tabii ki. Benim Tayland’da bulduğum o gönüllü iş, 5 aylık bir işti. Tayland'da, Laos’un sınırında Nong Khai adlı bir kentte yaşarken orada yoga hocası bir çiftle tanıştım. Kadın İtalyan, erkek Amerikalıydı. Onlar benim idolüm, gurum, dostum, o yalnızlıktan, o varoluşsal krizden beni çıkarıp kurtaracak kişiler oldular. Onların yanında ben de bir yoga kursuna başladım, yogaya sevdalandım ve dedim ki, budur! Aradığınız kişiye ulaşılmıştır! Ondan sonraki 10 sene aslında tamamen yoga öğrenecek şekilde hayatımı düzenledim. Hindistan'a gittim, o hocaların yanına yerleştim. 5 aylık Tayland macerası, oldu sana üç yıllık bir gurunun eteğinin dibinde oturma periyodu. Amerika'ya gidişimin sebebi de aslında iyi bir yoga eğitimi almaktı. Çünkü hocalar dediler ki burası çok dar bir alan, Amerika'ya gidersen orada daha geniş, daha zengin bir yoga dağarcığıyla karşılaşacaksın. Hakikaten de çok kapsamlı, çok derinlikli, bilimsel bilgiyle yogik bilgiyi birleştiren eğitimler aldım. O 10 sene, 2012'den 2022'ye kadar hep yoga öğrenerek geçti. 2012'de hocaların el vermesiyle ben de ders vermeye başladım ve ondan sonra da biraz daha yazarlığa döndü gözüm.


Ben senin yazma pratiğinin yogayla çok bağlantılı olduğunu da hatırlıyorum.

Çok doğru hatırlıyorsun. Yoga yapmasam ben yazmaya cesaret edemezdim. Umarım ki öğrencilerime de kendileri olma cesaretini aktarabiliyorumdur. Kendin olmak yazarken çok önemli bir şey. Samimi bir metin üretmek anlamında söylemiyorum, kendinle tatminkar bir ilişki kurman lazım. Kendinle barışık değilsen, başka bir şey olma ümidiyle yazıyorsan veya yazdıklarının hep başka bir ‘olması gereken’ çıtasına ulaştırması gerektiğini düşünüyorsan o seni kilitliyor. Bu, yoga yapmaya başlamadan önce bende çok olan bir şeydi. Bu, kendi içinde kendinden memnun olma halini, o cesareti yoga verdi bana. O sayede yazmaya başladım. Sonra roman yazmak benim kanıma girdi. Roman yazmak, roman okumak kadar zevkli benim için. Hatta ondan daha da zevkli! Çünkü okumak istediğin romanı yazıyorsun. Dolayısıyla hem okumak istediğin romanı okuyor oluyorsun hem de onu istediğin gibi yazabiliyor oluyorsun.


KİTABIM 25 DİLE ÇEVRİLDİ


Ben oturduğum yerden sadece bunu anlamaya çalışabilirim. Çok yaklaştığımı hissediyorum, senin bir romanı yazma sürecindeki heyecanına, o mekanları dolaşıp objeleri toplayışına ve sonra resmen ağzın sulanarak onları bir araya getirişine şahit olduğum için.


Öyle evet. O yüzden Emanet Zaman, benim ikinci romanım ki dünyada en çok satan, en ünlü, en çok dile çevrilen romanım. Bugün 25 dile çevrildi Emanet Zaman nam-ı diğer Şehrazat’ın Suskunluğu - The Silence of Scheherazade. Onu gerçekten böyle bir roman olsa ne kadar okumak isterdim diye yazmaya başladım. Çıkış noktası da şöyle: Jeffrey Eugenides’in Middlesex romanı İzmir'de başlar. İzmir yangınını içine alır ve karakterlerimiz bir gemiye atlayıp bir şekilde paçalarını kurtarırlar, yeni bir hayat kurmak üzere Detroit’e Amerika'ya gelirler. Belki romanın yüzde 15'i falan İzmir'de geçer. Ben o zaman ‘Ah keşke romanın o kısmı daha uzun olsa veya keşke o kısmına dair bir roman daha yazsa Jeffrey Bey…’ derken, dedim ki ‘Sen niye yazmıyorsun ki? Bak sen Saklambaç’ı yazabilmişsin, bir roman yazmayı başarmışsın, becermişsin. Bunu da sen yaz o zaman’ diye başladı Emanet Zaman.


Bu kadar çok dilde okunuyor olmak sana nasıl hissettiriyor? Farklı dillerden okurlar seninle iletişime geçiyor mu?

Bulgaristan'dan, Balkanlardan, Hindistan'dan çok yazıyorlar. Türkçede çıktığındaki hislerim 25 katına çıktı diyeyim. Dünyamı genişletti ama kesinlikle niteliği kendi içinde değişmedi. Mesela tatile gittiğimiz Leros Adası’nda biri İtalyan biri Alman iki tatile gelmiş kadın, ikisi de beni tanıdılar, ikisi de romanını okuduk, dediler. Geldiler, konuştular benimle. Bu beni müthiş mutlu etti. Geçenlerde Atina- İstanbul arası uçağın arkasından önüne doğru yürürken, böyle tepeden bir baktım bir kadın Yunancasına okuyor benim kitabımın. Hemen yanına diz çöktüm. ‘Size bir şey söyleyeceğim, okuduğunuz kitabın yazarı benim’ dedim. Bunlar çok güzel, çok inanılmaz şeyler.


DİL ÜZERİNDEN PERSONALAR GELİŞTİREBİLİRİM


Sen hayatının farklı dönemlerinde farklı ülkelerde yaşadın. Farklı ülkelerdeyken farklı dillerdeyken farklı personaların varmış gibi hissediyor musun?

Ben 12 yaşındaki bir çocuk kadar Yunanca konuşabiliyorum. Gerçekten en basit cümleler, en basit kelimeler, birçoğunu bilmediğim, anlamadığım şeyler ama sormaya da utanıyorum, anlamış gibi yapmalar, yanlış anlaşılmalar… Oralarda gerçek bir ergen personası var. İngilizce, evde çok konuştuğumuz bir dil. Eşimle, kayınvalidemle İngilizce konuşuyoruz. İngilizce çok kitap okuyorum. Yurt dışı yayıncılarıyla İngilizce anlaşıyoruz. İngilizce benim için neredeyse Türkçeden daha pratik bir dil. Bir de daha süssüz bir dil İngilizce. Daha direkt, daha akademik ve daha soyut konuşmaya çalıştığımda İngilizce personam oluyor. Türkçe ise süslü bir dil. Kendimi çok iyi ifade edebilirim, derin kuyulara Türkçe ile girebilirim, üzerine düşünebilirim, etimolojik kökenlerini sökebilirim. Türkçede de bence en yaşlı halime dönüyorum. Dil üzerinden yaş yaş personalar geliştirebilirim. Bunu şuna da çevireyim: Ben yoga derslerini Türkçe veriyorum ve belki de en yüksek otorite personam yoga dersi verirkenki halim. Çünkü ben hocayım ve herkes öğrenci orada. İngilizce konuşurken daha eşit bir ilişki var. Yunanca konuşurken da düpedüz bir çocuğum.


Ülkeler arasındaki yolculuğunda okuyup çok sevdiğin, bu yolculukta sana çok iyi gelen ya da keşke bu yolculuklara çıkmadan önce okusaydım diye anımsadığın kitaplar var mı?

Mesela Tom Robbins'in kitaplarının bir kısmını ben Türkiye'de yaşarken okumuştum bir kısmını ise yola çıktıktan sonra okudum. Yola çıktıktan sonra okuduklarım o kadar anlamlı geldi ki geri döndüm ve Türkiye'de okuyup da hiç anlamadığım kitapları tekrar okudum. Post sömürge dönemi edebiyatı dediğimiz şeyler ancak Türkiye'nin dışına çıktığın zaman fark ettiğin romanlar. Mesela Küçük Şeylerin Tanrısı, Salman Rüşdü’nün bütün kitapları ama özellikle Gece Yarısı Çocukları. Kendi küçük ülkemizin Batı’yla olan ilişkisini çok güzel, ironik bir şekilde anlatan, dalga geçen ve bir yandan da yalnızlığımızı, küçük komplekslerimizi, özlemlerimizi, bunların sadece Türkiye'ye has olmadığını bize hatırlatan Hintli yazarlar, Güney Amerikalı yazarlar…



Göçmen olan ya da o yolculuğa başlamayı düşünenlere ne söylemek istersin?

Hepimiz bu gezegenin birer canlısıyız. Ben ülkenin o kadar önemsenmesine karşıyım doğrusu. Adapte olabilen yaşar, bunu bize Darwin Bey söylüyor, biliyorsun. Adapte olmamak konusunda çok inatçı olabiliyoruz kimi zaman. O dili öğrenmeyeyim, o yemeği asla ağzıma sürmeyeyim, o İngilizler şöyle yapıyor, Amerikalılar böyle yapıyor… Bence bir an önce bu kabukları dökelim ve insan oluşumuzla nasıl var olabiliriz, dilimizi -bunu hem lisan anlamında söylüyorum ama hem de yeni tatlar- nasıl açabiliriz, ona bakalım. En çok inat ettiğimiz şeylerden bir tanesi de mutfağımız olabiliyor. Yeni bir şeyler yemek istemiyoruz ama oradan da esnemek bence çok önemli. Hasret hep var ama nereye? Nostalji bir yere mi yoksa bir zamana mı? Bunun ayrımına varabilirsek hayat daha özgürleştirici bir yere götürüyor. Çünkü ben Türkiye'ye gidip gelebilen de bir insanım ve oraya gidip geldikçe hasretim hiç dinmedi. Çünkü benim hasretini çektiğim İstanbul'un artık bu dünyada var olmadığını daha net anlıyorum. Daha fena bir şey aslında. Hasretini çekiyorsun, hasretini gidereceğini zannediyorsun, oraya varıyorsun ve aynı eksiklik ve belki daha da fazlasıyla, o içindeki büyük boşlukla geri dönüyorsun. Bu sefer aslında Atina'daki evini özler bir halde buluyorsun kendini. Dolayısıyla içimizdeki eksiklik bizim önemli bir parçamız. Şiir o boşluktan çıkar, o boşluğu da kucaklamak lazım. Sürekli doldurmaya çalışmak yerine ortamızda o boşlukla, böyle kremalı bisküvi gibi ortası boş yaşamanın da bir tadı var.


 

Defne Suman Instagram hesabı: https://www.instagram.com/defnesuman/?hl=en

Recent Posts

See All
bottom of page