Psikiyatr Dr. Zeynel Erkut, Amsterdam’da kurduğu klinikteki ekibiyle farklı etnik
kökenlere sahip pek çok kişinin hayatına dokunan, trans-kültürel terapi kavramını
sahada uzun yıllardır tecrübe eden bir isim. Henüz Hacettepe Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nde öğrenciyken beyinle ilgili çalışmaya karar veren Erkut, 1994’te
‘neuroscience’ alanında doktora yapmak için Hollanda’ya gelir. Doktoranın sonunda
klinisyen olmayı seçer ve hem yetişkin hem çocuk psikiyatrisi üzerine uzmanlaşır.
Eğitimi sırasında, Hollanda’da yaşayan Türk göçmenler ve yabancılar için ciddi
bir psikiyatri kurumu olmadığını fark eden Erkut, depremin ‘uzaktakilere’ etkisinden
yapay zekâ-psikiyatri ilişkisine, pek çok konuda sorularımızı yanıtladı.
Hollandaca, İngilizce ve Türkçe, üç dilde terapi yapıyorsunuz. Bu alanda çalışmaya başladığınızda Hollanda’da ciddi bir boşluk gördünüz sanırım.
30-40 yıl önce Hollanda daha sosyal bir devletken kültürlerarası psikiyatride kurumlar kurmuş ve bu alana belli miktarda para aktarmış. Tercüman aracılığıyla terapiler ya da göçmenleri eğitmek gibi yollara girmişler. Ama temelden Türk ya da Faslıları alıp onları hemşire, doktor, psikiyatr yapalım gibi bir yol izlememişler ki bence çok büyük bir hata. İlk başlarda belki 30- 40 bin Türk’ten bahsediyorduk. Şimdi bu sayı yarım milyon. Göçmenlerin psikiyatri ihtiyaçları bilinen bir şeydir. Çoğunlukla yerleşik halktan daha fazla psikiyatrik desteğe ihtiyaç duyarlar. Ama ben sadece Türk popülasyonuna bakacağım diye yola çıkmadım. Hasta popülasyonunun çoğu Türkiye göçmeni ama bir İngiliz de geliyor bize, Suriyeli de. Hatta burada yerleşik Faslılar ki kendilerinin Türklerle hiç alakası
yok. Onlar da bizi tercih ediyor çünkü ‘Siz bizim derdimizden anlarsınız’ havası var. Bir İspanyol’a İngilizce terapi veriyoruz mesela.
Genelde hangi sorunlarla size geliyorlar?
Türkiye dışında yaşayan Türkiyeliler elbette homojen bir grup değil. İşçi olarak gelen ilk göçmen dalgasının profili de onların çocuklarının, hatta torunlarının çocuklarının da profilleri çok farklı. Siyasi mülteci olarak gelenler, benim gibi akademisyen olarak ya da işini gücünü ayarlayıp gelenlerin profili çok farklı. Psikiyatrik sorunun oluşmasındaki dinamikler ve sorunların spektrumu da çok farklı. Suriye’de savaş çıktı. Bir sürü savaş mültecisi geldi ama onların içinde işte okumuşlar var, hiç okumamışlar, bir zamanlar çok
zengin olup her şeyini kaybetmişler var. Halepliler başka Şamlılar başka... Sora sora bunları öğrenerek profil oluşturmak zorundasınız ki doğru düzgün yardım edebilin. Herkesi bir kabın içine koyduğunuz zaman asla erişim yapamazsınız. Yani ‘Türk biri geldi, şu protokolü uyguluyorum’ diye bir şey yok. Herhangi bir Hollandalı kurum bu ayrımı
çözemediği için hiçbir zaman yüzde 100 yardım edemez. Kültürlerarası psikiyatri dediğimiz şey zaten ucu açık sonsuz olasılıklardan oluşuyor. Türkiye’den gelenlerin hem profilleri hem geliş sebepleri çok değişik. Bizim onlara yaklaşımımız da farklı olmalı.
Depremde bir nevi felç geçirdik. Çok yakın bir zamanda ülkemizde çok büyük bir felaket yaşandı. Böyle zamanlarda uzakta olmanın farklı bir psikolojik ağırlığı olduğu söylenebilir mi? Sizin görüşünüz nedir?
Birilerinin başına bir felaket geldiği zaman empatisi olan bütün insanlardaki ilk refleks yardım etmeye çalışmaktır. Ne kadar yakınsak bir şey yapabilecekmişiz hissi o kadar daha kuvvetlidir. Uzakken bu hisle baş etmek daha zorlaşır. Psikiyatride de patolojilerin ortaya
çıkmasındaki temel faktörlerden bir tanesi çaresizlik hissidir. Kendi başımıza gelen çaresizliğin yanı sıra mesela başkasının başına ya da bağ kurduğumuz grubun, ülkenin başına bir şey geldiği zaman o çaresizlik hissidir zaten en çok bizi sarsan. 99’da yine yaşamıştık biz bunu. Hemen uçağa atlayıp bir an önce oraya gidip işte enkaz kaldıralım falan gibi istekler oluşur içimizde. Saçmadır, çünkü tecrübeyle öğrendik ki oraya gitmek makul bir fikir değildir. Türkiye’deki son depremde de birçoğumuz günler boyunca bir nevi felç durumu yaşadık. İş güç hiçbir şey düşünemiyorsun, kendi temel ihtiyaçlarını veremiyorsun. Hatta çocuklarını bile ihmal edebiliyorsun. Çünkü felç oluyorsun, çünkü bir tarafın oraya gitmek, orada olmak istiyor. Sürekli haber takip ediyorsun, bir umut arıyorsun. Birileri bir şey yapıyor, onlara katılabilir miyim diye arayışa giriyorsun. Maddi yardımlarla birazcık kendini rahatlatmaya çalışıyorsun vs. Orada olup da işin ucundan tutabilenlere biraz gıptayla bakıyorsun. Ne kadar uzaktaysan çaresizlik hissi o kadar artıyor ve mutsuzluğun, umutsuzluğun o kadar yoğun oluyor.
"Duygusal olarak en derine dalarız.
Kendimizi
kaybederiz. Bunun avantajları da var,
dezavantajları da."
Yurtdışında pek çok kişi iş arkadaşlarından ya da komşularından sormalarını, geçmiş olsun dileklerini iletmelerini bekledi. Bu konuda hayal kırıklığına uğrayan da çok oldu...
Böyle zamanlar bize bir ayna tutuyor tabii.
Hani ateş düştüğü yeri yakıyor ya, hiç olmazsa karşı tarafın ‘Bak orada çok büyük bir ateş var’ demesini bekliyorsun.
Hollandalılar o kadar vurdum duymaz olmadılar. Bu konu biraz da anlatmaya
bakıyor. Medyada ne kadar canlı görüntü ve ne haber varsa olayın vahametini
o kadar idrak ediyorlar. Ama elbette her sistem kendini korumaya çalışır. Hiçbir
ülke bunu birkaç günden daha fazla göstermez, çünkü halkını korur bu şekilde.
Ukrayna’daki savaşta da aynısı oldu. Oralarda çok kötü şeyler oluyor, bunu bilin ama
bizim ruh sağlığımızın da fazla bozulmasına gerek yok diye kapatır sistem kendisini.
Türklerle Hollandalıların duygusal tepkileri aynı değil.
Türkiye dışında yaşayan çocuklara Türkiye’de olan bitenleri ne ölçüde ve nasıl
anlatmak gerekir?
Çocuğun duygusal kapasitesi çok belirleyici oluyor böyle durumlarda. Her çocuğa uygun bir dil, bir düzey mutlaka vardır. Böyle bir şey olmamış gibi davranmanın hiçbir anlamı yok. Hollanda, başka ülkelerdeki büyük olaylara hassasiyet gösteren bir ülkedir. Haberler çok sıklıkla dünyadaki gelişmelerle başlar. Ama duygusal mesafe konusunda ustalardır ve çocuklarına da bunu öğretiyorlar. Yani bilin ama çok da kendinizi kaptırmayın. Bizde duygusal mesafe çok az. Harap ederiz kendimizi. Elbette 15 milyonluk bir nüfusun etkilendiği korkunç bir depremden bahsediyoruz. Bizim duygusal mesafe almamız diye bir şey söz konusu olmayacaktı zaten. Ama biz bunu genel olarak yapamıyoruz. Yani duygusal olarak en derine dalarız. Kendimizi kaybederiz. Bunun avantajları da var, dezavantajları da. Hollandalılar duygusal mesafe avantajı ile kendilerini koruyabiliyorlar. Biz koruyamıyoruz ama bunu çok büyük bir yardıma dönüştürebiliyoruz da bazen. İşini
gücünü bırakıp deprem bölgesine koşanlar oldu. Hollandalılar yapmaz böyle bir şey.
Evden yardım ederler, para gönderirler, ne bileyim mektupla duygularını yazarlar...
Biz yardımı da kendimizi parçalarcasına yapmaya çalışıyoruz.
Yapay zeka psikiyatrinin de seyrini değiştirecek.
Şu an neuroscience alanında sizi en çok hangi gelişmeler heyecanlandırıyor?
Psikiyatri ve neuroscience madalyonun iki yüzü gibi, birbiriyle iç içe. O yüzden neuroscience’ı takip etmek zorundayız. Moleküler düzeyden tutun da makro düzeye kadar... Mesela son döneme damgasını vuran yapay zeka, neuroscience’ın uzantısı. Çünkü insan psikolojisini, davranışını birebir kullanan, kopyalayan ve kendi kendini geliştirmesini sağlayan bir dal. Uzun vadede AI uygulamalarını, insan davranışını çözmek için kullanacağız. Niçin agresif oluyoruz mesela? Niçin korkuyoruz? Niçin bazı patolojiler geliştiriyoruz? Neden depresif oluyoruz?
O yapay zeka bize birkaç yıl sonra patolojinin gelişmesi nasıl oluyor, kendi kendine bıraktığın zaman bir dimağ, bir zihin nasıl patoloji geliştiriyor, onları da gösterecek.
Yapay zeka da tepki veriyor Yapay zekanın birçok hastalığın teşhisinde kullanılabildiğini görüyoruz. Psikiyatri alanında da işe yarayacağını düşünüyorsunuz... Benim dediğim
teşhis koymaktan bir adım daha ötede. Yani bir robotun davranış değişikliklerini gözlemleyerek aslında kendi başına otonom işleyebilen bir yapay zekanın bir süre sonra ne tarafa doğru geliştiğini ve evrimleştiğini gözlemleyeceğiz ve o da bize ipuçları verecek. Kendi kendine öğrenme modülü olan yapay zekalarda bir süre sonra bazı davranışlar
gözlemliyorsunuz. Bu süreçte bazı duygusal ipuçları da görebiliyorsunuz. Sabırsızlık, kızgınlık, tepki vermek gibi. Robotun kendisi yavaş yavaş insanlaşıyor. Biz bazı soruların yanıtını belki de böyle bulacağız. Beynin haritalanması henüz emekleme aşamasında.
Ergenlikte anadile ilgi yeniden uyanabiliyor. Hangi dilde terapi yaparken daha rahat hissediyorsunuz kendinizi? Evinizde hangi dil ağırlıklı olarak konuşuluyor?
28-29 yıldır buradayım. Gerilemiş olsa bile yine de anadilim olan Türkçede terapi yapmak daha rahat geliyor. Dört çocuğum var. Eşim Türk, evde Türkçe konuşuyoruz ama çocuklar birbirleriyle Hollandaca konuşuyor. Evde birden fazla okula giden çocuk varsa onlar bir süre sonra otomatik olarak yaşadıkları ülkenin diline dönüyorlar. Bu bilinen bir fenomen. Kötü bir şey de değil yani. Hep Türkçe konuşacağım çocuklarla gibi prensip
kararları alıyorsunuz ama öyle olmuyor. Çocuklar birazcık daha ayakları yere bastıktan sonra, mesela ortaokul zamanında kendi çabalarıyla anadillerini düzeltebiliyorlar. Küçükken anne-babanın ne olduğu önemli değil, ‘Ben Hollandalıyım’ diyorlardı. Ergenliğe geçtikten sonra, ‘Bir dakika ben Türküm, Türkçe öğrenmem lazım’ diye kendi kendilerine
Türkçelerini geliştirmeye başladılar.
Not: Bu içeriğin orijinalini ve derginin tamamını aşağıdaki bağlantıdan PDF olarak görüntüleyebilir veya bilgisayarınıza indirebilirsiniz. https://www.linkingbridge.net/post/tumsayilar-pdf