Bir şehre aşkla, tutkuyla, delice bağlanan bir kent insanı olmalı mıydım? Siz de sorar mısınız bazen bu soruyu kendinize? Ya da böyle bir suale yer mi bıraktı hayat!..
Bir kente aidiyet duyduğumu zannettiğim zamanlar oldu elbet, ama bir şehirden diğerine savrulduğum ve bir yerde bir türlü kalıcı olamadığım için olsa gerek, hiç şehir insanı olamadım. Yine de derinden, bunun bir eksiklik olduğunu bilerek, şehir insanlarına gıpta ederim. O yüzden, ne zaman bir şehre varsam, onu yaşıyor gibi yaparım. Eksikliğimi kapatmak için hemen sokaklara atarım kendimi; en azından denerim, birkaç saat bile olsa...
Taşıdığınız beden, yani tek arkadaşınız ile baş başa kalmışsanız eğer şehirler benlik için en iyi terapidir. En ‘şehirsizin’ bile ‘şehirli’yi oynayan bir yanı vardır. Hepimizin susturulmaya çalışıldığı bu dünyada; hava, su, kokular ile beni gör diye haykıran; dünyanın tüm sesleri ve renkleriyle açık açık, özgür olmaya çalıştığı kendisi ben buradayım deyiverir! Bu oyun biraz da köşe kapmaca gibidir. Benlik lüzumsuz utangaçlığını bırakır ve kalabalığın içine karışır, kaybolur. En güzel yalnızlık budur işte! İnsanın kendi kendine en çok söylendiği, hayatla hesaplaştığı, vitrin camlarında kendini izlediği, gelip geçen yüzlerde geçmişi hatırlayıp geleceği düşlediği, bir arabanın altında kalmamak için hem hızlı hareket edip hem de kimi yerde kaplumbağa kadar yavaş olduğu, kokuların peşine takılıp ya yediği ya da içtiği, kulağa hoş gelen bir melodinin ardında kendini bir sokak çalgıcısının yanında bulduğu, sanat galerilerinin sunduğu renklere anlam yüklemeye çalıştığı, güneş açtığında sevindiği ve bu kadar çok şeyi aynı andan nasıl düşünebildiğine şaşırdığıdır şehirliyi oynamak.
GÜNDELİK SÜRPRİZLERLE DOLU BİR YER!
Oxford’un küçük bir köyünde yaşamam bu kaçışlar için bana daha fazla bahane verir. Bir yerlerde saklanmış şehir çocuğunu sevindirmek için iyi bir fırsattır bu. O yüzden, birkaç saatle kısıtlı dahi olsa severim Londra’nın sokaklarında kaybolmayı. Genelde başlangıç noktam, bir fare gibi kalabalığın peşine takılıp yıllarca işe gidip geldiğim semt olan Holborn’dur. Oxford Street’in kuru turist kalabalığının pek adım atmadığı ancak St. Paul Katedrali ya da Tate Modern’i ajandasına yazmışlar için bildik bir duraktır Holborn. Onun dışında şehrin finans ve de kurumsal hayatında, bir çamaşır makinesinin içine düşmüş gibi hızlı bir devir ile yaşayan kafası epey meşgul insanların semtidir. Kimine göre albenili, kimine göre sevimsizdir. Oysa, üzerine yapıştırılmış züppe kimliği ara sokaklara girdikçe değişir ve her yerde olduğu gibi burası da insanı şaşırtarak heyecanlandıran gündelik sürprizlerle doludur.
Holborn metro istasyonunun hemen arkasına düşen Lincoln’s Inn, birçok insan gibi benim için de bulunmaz bir gizli vaha ve dinlenme noktasıdır. Takım elbisesine aldırmadan çimlere yatmış, yüzünü utangaç Britanya güneşine vermiş adamlardan tutun da süslü kadınlara ya da kafasında inşaat kaskıyla öğlen bahanesiyle bir bira yuvarlayan göçmen işçilere kadar birçok faklı insan fotoğraf karenizin içine girer. Elimde, ana caddedeki Japon’un karavan mutfağından aldığım ‘miso’ çorbası ile bir ulu kestane ağacının altına oturup ben de bu kervana katıldım.
BURADA KİMSE KİMSEYLE İLGİLENMİYOR
Bu küçük meydan, içinde oldukça keyifli bir butik müzeyi de barındırır. Bunu bilen azdır. 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış eksantrik kişiliği ile bilinen mimar Sir Soane yaşadığı evi aynı zamanda nadide sanat ve arkeoloji koleksiyonu sergilediği bir müzeye dönüştürmüştür. Eğer elinizde bir rehber kitap ya da harita yoksa binanın bir müze olduğunu fark etmeden geçebilirsiniz.
Lincoln’s Inn’in güneyinde kalan, meşhur, bu dünyanın başına birçok ekonomik belayı saran bazı egosantrik üstatların tozunu yuttuğu, London School of Economics’e (LSE) açılan ve adının neden Sardinia olduğunu pek anlayamadığım sokaktan geçip, vızır vızır trafiğin işlediği Kingsway Caddesi’ne çıktım. Eğer sola dönüp güneye doğru yürüseydim Strand’ı geçip rengi çamura çalan Thames Nehri’ni aşan sevimsiz Waterloo Köprüsü’nde bulacaktım kendimi. Bunu istemedim ve kırmızı ışıkta bekleşen bir Amerikalı tur grubunun peşine takılıp onları Great Queen’s Way caddesindeki Mason Locası’na kadar takip ettim. Eğer ayağımda beyaz spor ayakkabı, dize kadar çekilmiş çoraplar ve krem rengi bir şort olsaydı rahatlıkla onlardan biri olabilirdim. Şatafatlı loca binasının merdivenlerinde, kendilerini takip ettiğimin zerre kadar farkında olmayan grubu bıraktım. Yolun karşısındaki, insanı tatlı krizine sokacak kadar cezbedici pastaları sergileyen bir pastane vitrininin duvarına dayanıp bir süre nefeslendim. Birkaç adım ötemde, bir adamla kendinden yaşça genç bir kız kavga edercesine, ağza pek alınmayacak sözlerle birbirlerine sataşmakla meşguldüler. Klasik bir Londra hali olan ve kimsenin kimseyle ilgilenmediği bu durum sanırım benim dışımda hiçbir kulun dikkatini çekmedi. Adam tanıdığım birine benziyordu ama kime benzettiğimi bir türlü çıkaramadım. Gidip, bir yerden tanışıyor muyuz demek isterdim ama bunun fazlasıyla aptalca olacağını düşündüm. Eski bir dostumla, o ne zaman Londra’ya gelse muhakkak gidip iki tek attığımız, karşı kaldırımdaki turist avcısı pub Prince of Wales’in kapısından içeri daldım. Pub neredeyse bomboştu. Barda hızlı hızlı tezgâhı hışımla silen barmene tuvaletin yerini sordum. Genelde üst sınıfın tuvalet için kullandığı ‘loo’ kelimesini, ana dili İngilizce olmayan bir barmene tuvalet sorarken kullanmış olmamı yadırgadım ama rahmetli kayınvalidem yanımda olsaydı benimle gurur duyardı diye düşünerek içimden kıkırdadım. Eski ahşap ve amonyak kokusunun burun direklerini sarstığı dar bir koridordan geçip, labirenti andıran ve birkaç kapıyı itip çekerek güç bela girilebilen basık tuvalettin ihtişamlı pisuvarında, öğlen içtiğim tuzlu miso çorbasını sanırım Thames Nehri’ne bıraktım. Tuvaletten çıktığımda barmen hala etrafı silmekle meşguldü ve bir içki bile almadan pub’dan çıkıyor olduğumu fark etmedi bile! Oysa, bir bardak, ya da İngilizlerin deyimiyle bir ‘pint’ London Pride birası alıp eski dostumu yad etmek için harika bir fırsattı ama yalnızken içki içmeye pek yatkın biri olduğum söylenemez!
TEK DERDİM KALDIRIMLARI ARŞINLAMAKTI
Prince of Wales’in önünde bir süre kaldırıma saplanmış gibi durdum. Eski dostum ile en son işte tam bu noktada iki bira yuvarlayıp, yaşadığı dayanılmaz aşk acısını konuşmuştuk. Sevdiği kadının başka birine gönlünü kaptırmış olması değil, bunu son dakikaya kadar fark etmemiş olması onu yıkmıştı. Pılını pırtını toplayıp başka bir ülkeye kaçmak veya hayatına son vermek arasında gelip gittiğini söylemişti. Son ima ettiği canına kıyma eylemini, su içer gibi mideye yuvarladığı London Pride biralarının etkisiyle söylediğini düşünmüştüm. Hayatına son vermeyeceğini bilsem de yine de tedbiri elden bırakmamak için bizde kalmasını önermiştim. Sohbetimizi aşk acısından, yanımızda şarabını yudumlayan kadının ne kadar hoş olduğuna noktasına getirince, benim de biraz olsun içim rahatlamış ve gece oteline dönmesine göz yummuştum.
O geceden sonra bu taraflara epeydir yolum düşmemişti. Oysa her şehir insanı gibi, Covent Garden’a, Soho’ya, Piccadilly’ye daha çok gitmeli; kitapçılarda, sanat galerilerinde ya da eksantrik eşyaların satıldığı gizli saklı ara sokaklarda kaybolmalıydım. Gece düşmeye yakın, loş bir barda bir kadeh merlot yuvarlayıp Akdeniz güneşine hasret yüreğimi teskin etmeli, rengarenk Lamy dolma kalemlerimle mürekkeplerin parmak uçlarımı boyamasını izlemeliydim. Ancak o kendimi sokaklara attığım gün tek derdim kaldırımları arşınlamak, kuzey melankolisine pabuç bırakmamaktı!
BUGÜN KİTAPLARA DALACAK GÜCÜM YOK
Bir ucu Covent Garden, diğer ucu da taa Picadilly’ye kadar uzanan Long Acre caddesi boyunca yürüdüm. Burası sağlı sollu insana ‘tüket’ dedirten dükkanlarla doludur ve aslında bir kumarhaneden farkı yoktur. Sadece almış olmak için ‘bizim memleketten daha ucuz’ denerek gardıroplarda unutulan giysiler için yüklüce bir miktar paranın bırakıldığı kasalar, eğer benim gibi bir süredir burada yaşıyorsanız, çoktan cazibesini yitirmiş mekanlardır. Ama bu caddenin hemen arka paralelinde bir kitapçı var ki, işte benim için en tehlikeli yer hep burası olmuştur. Stanfords, belki de dünyanın sayılı gezi ve coğrafya kitaplarını barındıran bir mabet olarak hemen sihirli cümleyi fısıldar, ‘gel’.
Stanfords’un kapısında içeri her girişimde kendimi şekerci dükkanıma girmiş bir çocuğun yaşadığı haz içinde bulurum. Kitapların büyüsüyle, hiç gitmediğim coğrafyalarda saatlerce kaybolarak dünyayı tavaf ederim. Ancak, ne zaman ki artık ayrılık vakti gelir işte bu rüyadan uyanıp Bostwana’da safariyi bırakmak, ya da Luang Prabang’ın tozlu sokaklarına elveda demek içimi acıtır. Kapıdan girerken yaşadığım haz bir anda tarifsiz bir hüzne dönüşür. Buna gücüm olmadığından bugün sadece Stanfords’un vitrininde beliren hayalet silüetime bakmakla yetindim. Yansıyan görüntümden çabucak kaçmak için kendimi hızla Çin mahallesine attım. Havaya sinmiş iştah açıcı kokulara aldanarak açık büfe hizmetinin cazibesine yenilmiş turist gruplarının yanlış yaptıklarını anlatmak; Çin lokantalarında açık büfenin hiçbir şeye benzemediğini söylemek isterdim ama kimsenin beni dinlemeyeceğini biliyordum.
İnsan kalabalığından dolayı Çin mahallesinden Piccadilly’ye yürümenin bir azap olduğunu defalarca test etmiş olmama rağmen Leicester meydanı istikametinde yoluma devam ettim. Britanya dilinin insanı çileden çıkaran telaffuz kargaşası sebebiyle kimilerinin Laykıstır, Leykıstır ya da Leyçistır dediği ama doğrusu Lestır olan ve birçok havalı filmin galasının yapıldığı bu meydanı uçar adım aştım.
HÂLÂ ÇOK GEÇ DEĞİL ÇOCUK!
Piccadilly’ye vardığımda renkli reklam panolarına arkalarını verip resim çektiren Asyalı gençleri ilgiyle izledim. Her resim çekilişinde, elleriyle niye zafer işareti yaptıklarını yanımdaki Japon çocuğa kibarca sordum. Alındı da mı cevap vermedi, yoksa İngilizce mi bilmiyordu emin değilim ama ben sanki o soruyu hiç sormamışım ya da hiç yokmuşum gibi davrandı. Bu gençler, ışıklı panoda dönen Sanyo reklamına gösterdikleri ilgiyi acaba panoda Kuru Kahveci Mehmet Efendi reklamı olsaydı gösterirler miydi diye düşündüm. Tabii bu çıkarımımı yanımdaki Japon çocukla paylaşmadım! Yalnız ruhumun, kendi kötü esprilerine içinden gülmesine müsaade ettim.
Bugün son durağımın Piccadilly olacağını biliyordum. Hüznün, beni ben yapan bir şehrin izlerini barındıran ama bir o kadar da aptalca olduğunu bildiğim bir noktaya getireceğinden emindim. Onu ilk gördüğümde ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum. ‘Ü’ ‘I’ gibi telaffuzu zor harfleri içinde barındıran adıyla, bu kafenin kimliğini hiç çekinmeden Piccadilly’ye gelen şehir insanlarının gözüne soktuğunu takdir ettiğimi söylemeliyim. Bu hisle kapıdan içeriye girdim, iştah kabartan çikolata ve pastalara göz ucuyla baktım. Sol taraftaki küçük masacıklardan birine sırtımı duvara verecek şekilde sığındım. Sel gibi sokakta gelip geçen insanlara dalmışken, ‘Siparişinizi alabilir miyim?’ diye soran genç kızın sesiyle dünyaya döndüm. Minyon, sempatik yüzlü garson kız sorusunu tekrarladı. Türkçe mi yoksa İngilizce mi cevap vermem gerektiği konusunda tereddüt ettim. Soruyu İngilizce sorduğu için İngilizce ‘Türk kahvesi lütfen’ diye yanıtladım. Sonra Türkçe ‘sade’ demem ile ‘Türk olduğunuzu tahmin etmeliydim’ sözcükleri ağzından döküldü. Bunu derken sesinin tonundaki gurbet yalnızlığını, aile özlemini, Piccadilly değil de Galata’da eski bir mekânda arkadaşlarıyla olmak ya da hepsinden öte az şekerli bir Türk kahvesini annesinin fesleğen kokulu balkonunda, onunla yudumlamak istediğini gözlerinden okuyabiliyordum. O an kolundan tutup, ‘Hala geç değil, şimdi bir uçuğa atlayıp üç buçuk saat sonra annenin kokusunu içine çekebilirsin çocuk’ demek isterdim!
Ve sanırım o an şehirle oyunum bitti!
Alim Erginoğlu - Oxford/ İngiltere
Alim Erginoğlu, LinkedIn hesabında profesyonel paylaşımların yanı sıra "Yurtsuz Yazılar" başlığı altında yazılar yayınlıyor. Takip etmenizi tavsiye ederiz.
Alim Erginoğlu Linkedin hesabı: https://www.linkedin.com/in/alim-erginoglu-19006a5/