Benlikle Oxford’da Yürümek…
- editor
- Apr 27
- 5 min read

Bu sabah, en huysuz dostum ve en iyi düşmanımı koluma taktım. Yürüyüşe çıkacağız. ‘Kim o?’ diye soracak olursanız tanıştırayım. Elli yıldır dırdırını dinlediğim, sürekli mücadele ettiğim, hala bazen tanımakta zorlandığım bir zat! Yok uzağa gitmeye gerek yok. Ta kendisi, benliğim!
Sanki hiç beraber değilmişiz gibi insan benliği ile gezintiye çıkar mı? Çıkar tabii! Deneyin, çok eğlenceli! Hele benliğiniz size, üç yaşındaki bir çocuk gibi ‘bu ne?’, ‘niye?’ gibi lüzumsuz sorular soruyorsa!
Göçmenlikte yirminci yılını dolduran birinin, hele benim gibi elli yaşına gelmişse kendisiyle iyi geçinmeyi öğrenmesi gerekir. Bu, parayla satın alamayacağınız size verebileceğim en iyi göçmenlik tavsiyesidir. Elbet eliniz bir iş tutar, bir süre sonra kafanızı sokacak bir yuvanız olur, para da kazanırsınız ama kendinizi kazanmanın bir yolunu bulmazsanız bu göçmenlik hiç çekilecek nane değildir.
“Bir insan ancak yalnız olduğu sürece kendisi olabilir ve eğer yalnızlığı sevmiyorsa, özgürlüğü de sevmiyordur; çünkü ancak yalnız kaldığınızda gerçekten özgürsünüzdür,” der Schopenhauer.
Gezintiye çıkacağız demiştim. Amacım siz okura yalnızlık ve mutluluk dersi vermek değil, ama benim gibi yaşadığınız kendinizle gezmeye karar verdiyseniz, evden ilk adımınızı dışarıya atmadan önce duygularınızı gözden geçirmek, bir arabanın lastik havalarını kontrol etmek gibidir. Çünkü içsel yolculukta karşılaşacağınız her detay, sizi kendinize bir adım daha yaklaştıran sessiz bir öğüttür.
Kendinle gezmek muazzam bir fırsat
İnsanın, yaşadığı şehirde bir yabancı gibi yürümesi lükstür. Neden derseniz, günlük yaşamın koşturmacası içinde bunu gerçekleştirmeye pek vakit olmadığı gibi bu aktiviteyi yapmak aklımıza bile gelmez. Senede bir defa bile olsa insanın kendiyle bu tür bir gezintiye çıkması şarttır. Daha önce fark etmediği detayları görmek ve benliğin sorduğu sorulara düşünerek cevap vermek için bu muazzam bir fırsattır.
Evimden çıktığımda genelde karşı komşum Gordon’a denk gelirim. Bugün de öyle oldu! Yine iskemlenin üzerine çıkmış, bir şeyler tamir ediyordu. Şaşırdım mı, hayır! Onu bahçe çitlerini boyarken ya da bahçesindeki ayrık otlarını ayıklarken görmek olağan bir durumdur. Bazen iki afacan köpeği ile Oxford’un hiç olmadık bir yerinde yürürken Gordon karşıma çıkar! Sonra bir bakarsınız bisikletine atlamış gene bir şeylerin peşinde… Seksen yaşına merdiven dayamış bir beden, benliğim hemen bu detayı not ediyor!
Oxford’a gelen herkes fellik fellik üniversiteyi arar. Hatta biraz dolanıp hayal ettiği bir kampüs bulamayınca, üniversitenin yerini sorma ihtiyacı duyar. Fakat gerçek, üniversitenin şehrin ta kendisi olduğudur. Ayak bastığınız anda, zihninizde canlanan o kampüs imgesi, dar sokakların, sarı Malta taşından yükselen binaların arasında kaybolur. Üniversite bazen tek katlı bir evden hallice bir yapı ya da bir şato gibi şatafatlı bir yapı ile kendini gösterir. Bu detay bana sempatik ve dopal gelir.

Sisli sabah yürüyüşlerinin gizemli çayırı
Yürürken, aynı bugün benim yaptığım gibi, sağa sola dikkatle bakarsanız, öğrencilerin sadece ceviz kaplama iskemlelerde oturup kalın ve sofistike kitaplara gömülmüş imajlarının ötesinde, bazen bir tur otobüsünün tepesindeki rehber, bir kafenin neşeli baristası ya da bir süpermarketin raflarını dizenlerden biri olduğunu fark edersiniz. Hatta, duvar dibinde çökmüş, evsiz görüntüsü veren genç adam, ders arasında yalnızca kaldırımı dinlenme mekanı edinen nükleer fizik doktora öğrencisi olabilir ve siz cebinizde ona vermek üzere hazırladığınız bozuk paraları tekrar yerine yerleştirerek yürümeye devam edersiniz! İşte Oxford, tüm bu küçük, canlı portreleriyle, yanılgıların ötesinde, gerçek bir varoluşun aynasıdır.
Bu şehirde bir olgu beni hep şaşırtır. Sıradan bir mahallenin bitiminde pat diye aniden karşınıza bir çayır çıkar! Port Meadow! Ben, bunu bilen biri olarak, her seferinde sanki Port Meadow’u ilk defa görüyormuş gibi heyecana kapılırım!
Oxford’un merkezinde turistlerin hiç fark etmediği bu alan, meşhur Thames Nehri’nin iki kolu arasında kalır. Eğer bu çayır yapılaşmaya açılsaydı veya üzerine bir çivi bile çakılsaydı Oxford belki de Atlantis gibi batık bir şehir olarak hikaye kitaplarında anlatılacaktı. Yüzyıllardır sel sularına inat, şehri koruyan ve modern zamanların telaşına meydan okuyan bu doğa parçası, sisli sabah yürüyüşlerinde, ufukta beliren yılkı atlarının silüetleriyle Oxford’un gizemli ruhunu paylaşır.
Oxford’un Berlin Duvarı
Oxford’da yürürken, ayaklarım beni bir şekilde hep Cutteslowe Park’a götürür. Bu park, her hafta Cumartesi sabahları yaptığımız Park Run koşularına ev sahipliği yaptığı için bana hep sıcak ve tanıdık gelir. Bundan dolayı, böyle yürüyüş yaptığım günlerde parkın kuğu havuzuna bakan tarafındaki basamaklardan birine oturur, huzurla dinginliğin tadını çıkarırım. Tabii, kısa süre sonra benliğimle münazara başladığı için bu dinginlik hali kısa sürer! Huyum kurusun!
Bu sempatik parkın yanı başında, yakın tarihe kadar Oxford’un bir Berlin Duvarı olduğu pek bilinmez. 1934 yılında inşa edilmiş; soylu ile işçi sınıfı arasındaki uçurumu, keskin hatlarla belirginleştirmek için dikilmiş, ne yazık ki şehrin hafızasında silinmeye yüz tutmuş bir yara izidir Cutteslowe Duvarı. Böyle bir duvarın, neredeyse 25 yıl aynı şehrin insanlarını fiziken ve ruhen bölünmüşlük ile çarpıştırdığını düşünmek bile dehşet vericidir. İyi bildiğimiz Oxford’a konduramaz insan! Bu duvar artık yıkılmış olsa da o keskin ayrımın izlerini, yoksulluğun ve statünün karanlık yüzünü ne zaman Cutteslowe’a gelsem düşünürüm. Bu, şehir tarihinin az bilinen gerçeklerindendir; belki de Oxford’un tarihteki en büyük utancıdır!
Ben bugün yürüsem de Oxford bir bisiklet şehridir. Sabahın erken saatlerinde, üniversite binalarının çevresinde, çantalarına kitaplar doldurmuş öğrencilerin hızla pedal çevirdiğini görmek, şehrin damarlarında akan canlı bir kan akışı gibidir. Rüzgârla savrulan paltolar, dönen tekerleklerin uğultusu, Oxford’un modern hayatın telaşı içinde sakin ve bilge bir fısıltıya dönüşür. Burada bisiklet, yalnızca bir ulaşım aracı değil; zamanla yarışırken bile, huzuru kucaklayan bir yaşam biçimi olarak kendini bize sevdirir.
Bisikletlere dalmışken bir an için benliğimin bana bu şehirden kimlerin gelip geçmiş olduğunu bir düşün dediğini duydum. Haklı! Kimler geçmedi ki; Tolkien, Lewis Carroll, Oscar Wilde, Adam Smith, T.S. Eliot, Stephen Hawking… Tarihe altın harflerle kazınan bu büyük isimlerin yanı sıra, popular tarihin Bill Clinton, Margaret Thatcher, Tony Blair gibi siyasi figürleri Oxford’un tozunu yutmuştur.
Bana sabrı öğreten şehir
Nihayet, Oxford benim için, dışarıdaki şehrin ötesinde, içimdeki derin yolculuğun bir aynasıdır. Kendi iç duvarlarımı yıkarken, şehrin saklı köşelerinde kendimi aramanın o tarifsiz heyecanını, belki de en iyi benlik tartışmalarını burada, dar sokaklarda, taş kaldırımlarda yaşarım. Yavaş yürüyen bir şehrin içinde, hızla akan bir zihin; bir sokaktan diğerine, bir yüzyıldan öteye süzülen, acı ve neşenin, geçmişin ve geleceğin ince dokunuşlarını taşıyan bir öyküdür bu. Duvardaki bir çatlak, eski bir kitabevinin vitrininde unutulmuş solgun bir kitap ya da bank üzerindeki silik yazı, hepsi bana konuşur; beni, zaman tüneline davet eden mısralar gibi sarar. Oxford, yalnızca coğrafi bir mekan değil; o, yaşamı, düşünceyi, hissi ve anlatıyı birbirine örten, hem acı hem de tatlı bir sahnedir. Hiçbiri olmasa, Oxford çocuklarımın doğduğu şehirdir! Bu bile, benim için bu kentle bir bağ kurmak için kafidir!
Şehirler, kendini dinleyenlere farklı dillerde konuşur. Oxford bana, sabırlı olmayı, detaylarda kaybolmayı ve bazen bir köprüde durup nehrin akışına kendini bırakmayı öğretti. Belki de Oxford’un asıl büyüsü, zamanı unutarak, geçmişin ve geleceğin en keskin, en nazik sırlarını fısıldadığı andadır.
Karanlık çökmeye yakın benliğim artık benden sıkılmış olacak ki, akşam yemeği için eve dönmemi hızlandırmak üzere vitrinlerde sergilenen pasta, çörek ne varsa dikkatimi o yöne çekmeye başladı. Bu yemek tuzağına düşmeye her zaman hazır bir midem olduğu için ve de benliğimin vırvırlarından ben de biraz usandığımdan ona itiraz etmedim, hızlı adımlarla evin yolunu tutmaya başladım. Tam o sırada arkamdan tanıdık bir ses yankılandı… ‘Hi yee’! Gordon… Belki de bu şehrin hiç şaşırtmayan kısmı bu!
Alim Erginoğlu – Yurtsuz Yazılar/Turkish Global Society