top of page
Writer's pictureeditor

Haksızlıklar karşısında susmayı bilmiyorum

Updated: Oct 14

OECD’de sivil toplum politikaları alanında görev yapan Ayşegül Bayar Hildgen, Türkiye’de sahaya yakın çalıştığı dönemde edindiği tecrübeleri bu kez devletler ve politikalar nezdinde inceliyor. Çocukluğundan beri haksızlıklar karşısında tepkisiz kalamadığını söyleyen Hildgen, tüm kariyerini de sivil toplum üzerine kurmuş.






İlk karşılaşmamız LinkedIn’de bir pozisyon güncellemesiyle oldu. Ayşegül Bayar Hildgen, OECD’deki politika analizi araştırmacılığı görevinden sivil toplum politikaları analistliğine geçtiğini duyuruyordu. Sonrasında OECD gibi büyük bir organizasyonun içinde Hildgen’in neler yaptığını, nasıl bir hedefi olduğunu konuşmak üzere Paris’te buluştuk.

Kendisini gönülden sivil topluma adamış, bu alanda alınabilecek her türlü eğitimi almış ve gelecekte de özellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, çocuk istismarı gibi insanı derinden etkileyen konular üzerine çalışmayı hedefleyen biri Hildgen.


Fransa’ya ne zaman geldiniz?

2 buçuk yıl önce taşındım. Aslında 12 yıl önce burada master yapmıştım. Dolayısıyla Fransa bildiğim bir ülke. Bir ayağım hep buradaydı. Ama kariyerimin çok uzun yılları Türkiye’de geçti. Ağırlıklı olarak Sabancı Vakfı’nda çalıştım. Gönülden sivil topluma bağlı bir insanım.


Öğreniminiz de sivil topluma yönelik miydi?

Bilgi Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler okudum. Fransa’da yaptığım master siyaset üzerineydi. Ardından Türkiye’ye döndüm ve İnfakto diye bir araştırma şirketinde çalışmaya başladım. Daha çok kalkınma projeleri üzerine etki analizi yapan bir kurum İnfakto. Yani örneğin Birleşmiş Milletler’in toplumsal cinsiyet ya da çocuk hakları üzerine bir projesini ele alıp ne kadar etkili oldu, daha etkin nasıl uygulanabilir gibi konularda analizler yapıyorduk. Burada biraz işin mutfağını anladım. Yani sivil toplumda ne işliyor, hangi projeler daha etkili oluyor gibi. Çok fazla istatistik içeren bir işti ve bir yerden sonra yabancılaştığımı hissettim. Meselelere biraz daha yakından bakmak, sahaya yakın olmak istedim. Sabancı Vakfı’na böyle geçtim. Orada 6 yıl çalıştım. Hibe programları koordinatörü olarak vakfın her yıl toplumsal cinsiyet, gençlik, çocuk ve engelli hakları alanlarında çalışan 10 sivil toplum örgütüne verdiği hibelerle ilgileniyordum. İnanılmaz doyurucu bir deneyimdi.


Ardından Paris’e taşındınız…

Türkiye'de sivil toplumun daralması, ekonomik anlamda önümüzü görememek gibi birçok sebeple bir parantez açmaya kendimi ikna ettim diyelim. Çünkü Türkiye’den kopmak benim için hiç kolay olmadı. Yani ailem orada, mücadele alanım orada. Ne kadar küresel vatandaş olduk desek de Paris’te 8 Mart’a katılmakla İstanbul’da 8 Mart’a katılmak aynı hissi vermiyor. En azından bana vermiyor. Evet, tabii ki kadın hakları, insan hakları her yerde savunulmalı ama tarihini bildiğin, yaşananlara daha yakından tanık olduğun hikayeler seni daha çok harekete geçiriyor. Yoksa bunu milliyetçi bir yerden söylemiyorum. Daha yakından bildiğimiz ve daha müdahale edebileceğimi hissettiğim bir yerde duruyor. Kendini daha iyi konumluyorsun öyle ortamlarda. O yüzden taşınmak kolay olmadı benim için. Kendimle iç hesaplaşmam devam ediyor. Bunu bir parantez açmak olarak düşünerek kendimi ikna ettim.


Eşiniz Fransız, onun da etkisi olmuştur.

Evet, biz 8 yıldır Türkiye’de yaşıyorduk. Türkiye’ye tatil için geldiğinde tanışmıştık. Sonra o Fransa'ya döndü. Ben de Fransa’ya master için geldikten sonra beraber Türkiye'ye geldik. O da bir Türk şirketinde çalışıyordu. Yani hani öyle expat gibi değil. Dolayısıyla ekonomik anlamda ikimiz de biraz ferahlamak istedik. Doğrusu bir de hep iki ülkemiz var gibi bir mantığımız vardı. Şimdi 2 buçuk yıldır da buradayız.


Arada kalmak ‘zamanın ruhu’


Türkiye’yi özlüyor musunuz?

Özlüyoruz elbette ama sanıyorum eşim Martin de Türkiye’deyken böyle hissediyordu. Hiçbir tarafta tam hissetme haline ulaşamıyoruz. Yani biraz arabesk olacak ama öyle. Hep böyle bir eksik kalıyorsun, yarım kalıyorsun. Sanırım bu zamanın ruhu bu galiba, yani pek çoğumuz bunu yaşıyoruz. Bunun dışında tabii ki insanı çok geliştiren şeyler var. Yeni ve farklı bir kültürde yaşamak bence şansı olan herkesin denemesi gereken bir şey. Çünkü dönebileceğimiz bir yer her zaman var. Hala uzaktan da olsa mentorluk programlarıyla Türkiye’deki arkadaşlara katkı sağlamaya çalışıyorum. Paris’e ilk geldiğimde Türk Eğitim Vakfı’ndan burs almıştım. Ben de şimdi bu vakıfta mentorluk yapıyorum. Hatta mentoru olduğum arkadaşım da buraya taşındı.


Gelir gelmez işe başladınız mı?

Aslında içimde yine okuma aşkına belirdi. İnsan ilk master’ına biraz acele karar veriyor. Hemen lisans sonrası genel siyaset bilimi master’ı yapmıştım. Biraz daha insan hakları, uluslararası kalkınma okumak istiyorum. Burada sevdiğim bir okul vardı, Sciences Po. Ona başvurdum ve kabul edildim. Bir yıllık executive master programını bitirdim. Ardından Paris Barış Forumu’nda çalıştım. Son 1,5 yıldır da OECD’deyim.


OECD’de çalışmayı hedefliyor muydunuz?

Evet, aslında şöyle. Sabancı Vakfı gibi vakıflarda ya da sivil toplum örgütlerinde çalıştığınızda daha küçük gruplara yönelik işler yapıyorsunuz. Ama toplumsal cinsiyet anlamında politika nezdinde bir değişiklik olursa etki alanınız tabii ki daha geniş oluyor. Ben biraz böyle politika seviyesini de görmek istiyordum. Devletlere politika önerisinde bulunma, onları ikna etme... OECD’nin yaptığı bu aslında. İyi politikaları elinde biriktiriyor ve başka ülkelere tabii ki o ülkenin kendi özel alanına göre uyarlamasına destek sunuyor. Paris'e gelmişken ya tekrar vakıflarda çalışmaya devam edecektim ya da böyle bir uluslararası örgütte politika nezdinde bir deneyim elde edecektim. Bunun katma değerinin daha fazla olduğunu düşündüm ama duygusal tatmini daha az. Çünkü muhatabın devletler ve onları ikna etmek kolay olmuyor. Halbuki bir sivil toplum örgütünün küçük bir bölgede yaptığı katkıyı doğrudan görüyorsunuz.


Toplumsal cinsiyet alanında çalışacağım


Doğrudan sonuç görememek uzun vadede dediğiniz gibi bir tatminsizlik yaratabilir.

Evet, biraz böyle havaya atıyorsun, tutarsa evet çok geniş bir etki yaratacak diye mitove oluyoruz. Mesela gençlik politikaları alanında bir rehber kitap yayınlayacağız. Bu yıl onun üzerine çalıştım. İstihdam, eğitim siyasi katılım, iyi olma hali üzerine ülkelerden en iyi örnekleri toplayıp değerlendirip bir rehber kitap hazırlıyoruz. Çok güzel aslında. Uygulamak isteyenin ülkenin eline yol haritasını vermiş oluyorsunuz. Ama uygulayacak mı, uygulamayacak mı o nokta belirsiz. Uzun vadede benim karakterime uygun olmadığını düşünüyorum. Ama alacağımı, öğreneceğimi öğrenmeye bakıyorum. Şimdi sivil toplum çalışmaları birimindeyim. Bu istediğim bir yerdi. Devletlerle sivil toplum örgütlerinin diyaloğunu ve onların daha fazla fon alması, daha etkili projeler yapabilmesi için o düzeneği kurmaya çalışıyoruz.


Gelecekte çalışmak istediğiniz özel bir alan var mı?

Benim kalbimde atan alan toplumsal cinsiyet. Daha önce çalıştığım işlerde o alandaki projelere daha fazla yöneldim. Bunun da sebebi sanırım daha fazla ilişkilenebilmem. Tabii ki bir hakkı savunmak için illa onu yaşamak gerekmiyor -ki iyi ki gerekmiyor, yoksa daha korkunç bir dünya olurdu- ama toplumsal cinsiyete önemli katkılar sağlayan bir yerde çalışmayı düşünüyorum. Özellikle toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, çocuk istismarı gibi alanlarda çalışmak istiyorum.


Adalet duygum hep çok öndeydi


Sizi en başta sivil toplum alanında çalışmaya iten motivasyon neydi?

Bu soruyu ben de sordum kendime doğrusu. Çok net bir nokta bulamadım ama şunu biliyorum, adalet duygum hep çok gelişmişti. Küçükken de mesela adaletsizliğe uğradığımda sessiz kalmamışımdır. Ta anaokulunda filan benim ya da bir arkadaşımın yaşadığı bir haksızlığa hep müdahale etmişimdir. Anneanem ve dedem öğretmendi. Annem ve babam çalıştığı için onlarla büyüdüm. Belki onların etkisi olmuştur. Hakkı yenene nasıl destek olabilirim diye hep sorgulardım. Türkiye'de de biraz gözünüz açıksa her şey sizi rahatsız etmeye başlıyor. Nereden katkı sağlayabilirim demeye başlıyorsun. Bir kere girince de çıkmak çok zor oluyor bence. Çünkü tatmin edici bir alan.




Etnik kökene dair veri toplamak yasak


Fransa’da sizi şaşırtan eşitsizlikler görüyor musunuz?

Burada beni en çok şaşırtan şeylerden biri şu, Fransa'da etnik kökene dair veri toplamak yasak. Yani örneğin şu veriye ulaşamıyoruz: Göçmen kökenli Fransızlar nasıl ayrımcılıklar yaşıyor, iş yerinde bir ayrımcılık yaşıyorlar mu? Örneğin Tunus’tan göçmüş ama vatandaşlığı almış. Artık o Fransız. Fakat tabii ki pratikte böyle olmuyor. Ayrımcılıkları gözlemleme imkanı bulamıyorsunuz. Ayrımcılığa uğrayan kişilere de savunma yapma imkanı vermiyor. Mesela işe başvurdum, beni almadılar. Göçmen kökenli olmayan Fransız’ı aldılar. Buna itiraz ettiğinde, bu senin kişisel hikayene özgü bir şey. Başka örnek göster dediğinde o örneği bulması göstermesi, veriye dayandırması imkânsız. Bunun dışında tabii ki Fransa dahil Avrupa’da da toplumsal cinsiyete dayalı şiddet çok yoğun. Türkiye'deki kadar yoğun olmasa da beklenmediği kadar yoğun.

Recent Posts

See All
bottom of page